Bana göre ülkemizde son zamanlarda yetişen en entelektüel kişilerden biri olan hemşerim Mustafa Çalık bu dünyadaki vazifesini bitirip gerçek âleme göç etti. Rabbim mekânını Cennet eylesin. Hemşerim diyorum; çünkü Çalık her ne kadar Gümüşhane’ye başlı Çalık köyünden ise de (Çalık ile benim köyüm Çerçi arasında 10 km var.) annesi Bayburt’un Sünür köyündendir. Liseyi de Bayburt’ta bitirmiştir.

17 Temmuz 1956 doğumlu olan Çalık, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. 1983 yılında Yüksek lisans, 1993 yılında da “Siyasî Kültür ve Sosyolojinin Bazı Kavramları Açısından MHP Hareketi (1965-1980).” İsimli çalışmasıyla Doktorasını tamamladı.

Mustafa Çalık “Ülkücü” kökenden geliyordu ve bunu her platformda belirtmekten hiç çekinmemiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken “Ülkü Ocaklarında” görev aldı.  Aynı dönemde Muhsin Yazıcıoğlu Ülkü Ocakları Başkanı’dır. Muhsin Yazıcıoğlu 1992’de MÇP’den ayrılarak parti kurduğunda da yanında yer almış ve genel başkan yardımcılığını yapmıştır.

Siyasal’ı bitirmesine rağmen on yıla yakın devlet görevinde bulunan Çalık, 1989 yılında görevinden ayrılarak “Türkiye Günlüğü Dergisini” çıkarmaya başladı.  

Uzun soluklu bir yayın hayatına sahip “Türkiye Günlüğü” isimli derginin sahipliğini ve yayın yönetmenliğini yürüttü. Dergide ülke sorunlarına köklü çözümler üreten her kesimden yazılara yer verdi. Bu anlamda “Türkiye Günlüğü” bir okul mesabesindedir. Derginin birçok özel sayısı kütüphanemde mevcuttur.

Çalık, Necip Fazıl’ın değimiyle “Cins bir kafaya” sahipti. Kendi doğrularını sonuna kadar savunmaktan asla vazgeçmeyen bir karakteri vardı. Onun için haklı olduğu her meseleyi mutlak doğru olarak kabul etmiştir. Belki de bunda Bayburt’un suyunu içmenin tesiri vardır; çünkü bizim Bayburtlular da “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” Dedikten sonra asla başka alternatiflere yönelmezler.

Çalık’ı birçok televizyon programında izledim. Ülke meselelerine vukufiyeti oldukça derindi. Savunduğu tezlerini delile bağlamayı severdi. Kendi doğrularını mutlak gördüğü için başkalarının bu hususta serdettiği düşüncelere pek sıcak bakmazdı. Bunun için yakınındaki birçok arkadaşını küstürdüğü bilinmektedir.

Çalık’ın vefatından sonra sosyal medyada bir tartışma başladı. Çalık için taziye veren bazı arkadaşlar onun, “Son İttihatçı” olduğunu vurguladı ve “İttihatçılar ölür ama ittihatçılık ölmez.” Sözünün ona ait olduğunu ileri sürdüler.

Bizim toplumumuzda bir anlayış var: Bir kişiye hayatta iken önemsemeyen ya da gereken değeri vermeyenler öldükten sonra, “Keli perçem saçlı, körü de badem gözlü” yapmakta mahirdir. Bu anlayışı Mustafa Çalık’ın vefatından sonra da sergilendiğini gördüm. Başta da değindiğim bazıları değer vermese ve görmezden gelse de Çalık, ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği en entelektüel kişilerden biriydi. İdealist bir yaşam sürmüştü. İnançlarından taviz vermemeyi ilke haline getirmişti. Çalık, yatağını bulamamış coşkun bir ırmak gibi durmadan aktı ama ne yazık ki kendi denizini oluşturamadı.  

Gerçekten de Mustafa Çalık birilerinin iddia ettiği gibi “İttihatçı mıydı?”?

Biraz araştırma yapanlar Çalık’ın bu hususta bir gazeteciye verdiği cevabı sosyal medyada bulabilirlerdi.

Hastalığı ortaya çıktıktan sonra katıldığı bir televizyon programında sunucu, “Size niye son ittihatçı diyorlar. Son ittihatçı siz misiniz?” şeklinde bir soru sormuştu. Rahmetli Çalık bu soruya şöyle cevap vermişti:

“Böyle bir sıfatı hak ettiğim kanaatinde değilim. Bunu beni seven, benden yaşça küçük kardeşlerimin teveccühü sayıyorum. Onların muhabbetine addediyorum. Son yıllardaki ağır hastalığım sebebiyle beni hoşlukla yolculama dileklerine bağlıyorum. Yoksa çok söylenmiş bir söz vardır: ‘İttihatçılar ölür ama ittihatçılık ölmez.’ Ruslar derler ki; bir Rus’u biraz kazıdınız mı altından Tatar çıkar. Bir Türk’ü de biraz kazıyın altından ittihatçı çıkar. Onun için son ittihatçı sözünü kabul edemem. Bu dünyada son Türk demektir. Ben son Türk değilim. Türklük yaşadıkça ittihatçılık Türklüğün direnme azmi olarak Türk ruhunda yaşayacaktır.”

Çalık bu cevabında tevazu gösterip ittihatçılığı kabul etmemiş gibi görünse de aslında kabul etmektedir. Hatta ittihatçılığı neredeyse ulaşılamaz bir hedef gibi gösterdi.

Peki nedir bu ulaşılamaz gibi görünen ittihatçılık?  

İttihatçılık, 1908 yılında Jön Türk Devrimi‘ni gerçekleştiren ve 1913’ten 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu‘nu yöneten ve yıkılmasına sebep olan İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin ideolojisiydi. İttihat ve Terakki; Osmanlı Devleti’ndeki Mutlakiyete karşıt olarak Fransızların “Liberté, égalité, fraternité” özdeyişini “Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik)” kavramlarıyla çevirmiş ve benzer anlamlara gelecek şekilde bizde de kullanmaya çalışmıştır.

1908-1918 arasında İttihat ve Terakki’nin merkezi olan “Pembe Konak” üzerinde “Adalet, Hürriyet (özgürlük), Uhuvvet (kardeşlik), Müsavat (eşitlik) ve İttihad (birlik)” yazısı yazılmıştır.

İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu‘nda İkinci Meşrutiyet‘in ilanına önayak olup 1908-1918 yılları arasında faaliyet gösteren, 21 Mayıs 1889 tarihinde kurulmuş bir siyasal hareket ve siyasi partidir. 

Başlangıçta devletin anayasal düzene tekrar kavuşmasını ve Meclis-i Mebûsan‘ın tekrar açılmasını amaçlayan gizli bir dernek olarak kurulan örgüt; anayasanın kabul edilip İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasî parti (İttihat ve Terakki Fırkası) halini almış; 1913 yılında Bâb-ı Âli Baskını‘ndan sonra ise yönetimde hakim olmuştur. Üyeleri “İttihatçılar” olarak tanınmıştır.  

İttihat ve Terakki, bir siyasî hareket olduğu kadar bir devrin ve bir kuşağın adı olarak kabul edilir. İttihatçılar, kendilerinden önce gelen “Yeni Osmanlılar” kuşağının devamıdır; kendilerinden “Jön Türkler” diye de bahsedilir.

Auguste Comte ve Gustave Le Bon gibi Fransız entelektüellerinden güçlü bir şekilde etkilenen İttihatçılar, bilim elitlerinin yönetimi fikrini benimsemişlerdi. 

İTC Merkez Komitesi yoğun Türk milliyetçilerinden oluşmasına rağmen, 1912-1913 Birinci Balkan Savaşı‘ndaki yenilgiye kadar, imparatorluğun Türk olmayan halkını rahatsız edeceği için Türk milliyetçiliğini kamuoyu önünde vurgulamadı. İttihat ve Terakki için bir başka sorun da, imparatorluktaki etnik Türklerin çoğunluğunun kendilerini kesinlikle Türk olarak değil, sadece Türkçe konuşan Sünni Müslümanlar olarak görmeleriydi.

Cemiyet, 1890 tarihinde kuruluş amacını şu şekilde açıklamaktadır:

“Mevcut hükümetin adalet, müsavat, hürriyet gibi beşeri hukuku ihlal eden ve bütün Osmanlıların ilerlemelerine engel olmaktadır. Vatanı ecnebilerin tasallutuna maruz bırakan idare usulünü İslâm ve Hristiyan vatandaşlarımızı ikaz maksadıyla kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan mürekkep, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir.”

İttihat Terakki Cemiyetine katılmak için üyelerinin yemini ise şöyleydi:

“Dinim, vicdanım, namusum üzerine yemin ederim ki; esas amacı, İslamiyetin yüceltilmesi ve Osmanlıların birliği ve ilerlemesi (ittihat ve terakkisi) için çalışmaktan ibaret olan bu örgütün, üyesi olduğum şu geceden itibaren her türlü usulüne ve kurallarına uygun hareket edecek ve hiçbir sırrını dışarıdan hiçbir kimseye ve hatta örgüt içindeki kişilerden izinli olduklarımdan başkasına kesinlikle açık etmeyeceğim.

Yemin ederim ki millete özgürlük haklarını tanıyan Anayasa’nın tamamen uygulanmasını ve yürürlüğünün devam etmesini ‘ulaşılmak istenen hedef’ bilen örgütün kararlarını ve sorumluluğuma bırakılacak olan görevlerimi tamamen yerine getirmekte kuşku duymayacağım.

Yine namusum üzerine yemin ederim ki, şimdiki yönetimin zulüm pençesine düşerek tutuklandığım bir durumda dahi, etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye çarpılacak olsam bile örgütün sırlarını ve üyelerinden herhangi birinin adını bildirmeyeceğim. Örgüt üyelerinden biri herhangi bir felakete uğrarsa, kendisine ve ailesine, varlığım yettiği kadar nakden ve bedenen yardım etmekte kusur etmeyeceğim. Şayet namuslu insanlara yakışır bunca taahhüde rağmen hainlik edecek olursam, alçaklık edenleri nerede bulunursa bulunsun soruşturmaya yetkili kılınan örgüt görevlisinin yerine getireceği idam cezasına karşı, şimdiden kanımı helal ederim. Vallahi ve billahi!”

Kurulduğu dönemlerde ortamın hassasiyeti dolayısıyla takiye yapan ve gerçek kuruluş amacını göstermeyen İttihat Terakki Cemiyetine katılan bazı Osmanlı aydınları, onların gerçek maksatlarını anlayınca yollarını ayırmışlardır.

İttihat Terakki 22 Eylül 1909 tarihinde Selanik’te bir gizli kongre düzenledi. Mustafa Kemal kongreye Trablus delegesi olarak katıldı. Kongrede yaptığı konuşmasında partiyi tenkit etti. Cemiyet içinde subayların bulunmaması gerektiğini, siyasetle uğraşanların ise askerlik görevini bırakması gerektiğini söyledi. Aksi halde askerî emir-komuta zincirinin, cemiyetin hiyerarşisi ile karışacağını ve askerî disiplinin sekteye uğrayacağını öne sürdü. Ona göre cemiyet, komita hüviyetinden çıkmalı ve partileşmeliydi. Birçok parti yöneticisi Mustafa Kemal’in görüşlerine katılmadı. Sadece daha önceki kongrede aynı fikri savunmuş olan Kâzım Karabekir destekledi. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal 1919 yılına kadar siyaseti bırakmış, sadece askerlikle ilgilenmeye başlamıştır.

Nisan 1909’da cemiyete muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey‘in Galata Köprüsü üzerinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi üzerine çıkan olaylar, İttihad Terakki Cemiyeti iktidarına karşı 31 Mart Vakası adıyla bilinen ayaklanmaya yol açtı. Bu ayaklanma Selanik’ten gelen askerî birlikler tarafından bastırıldı ve cemiyet eskisinden daha güçlü bir şekilde iktidara yerleşti.

31 Mart’ın sorumlusu olarak gösterilen II. Abdülhamid tahttan indirildi. Yerine getirilen V. Mehmed Reşad, iktidarın elinde bir kukla olmaktan ileri gidemedi. Ağustos 1909’da yapılan Kanun-ı Esasi değişikliğiyle siyasi güç, meclisin tekeline alındı.

Ekim 1912’de çıkan Birinci Balkan Savaşı‘nın kısa zamanda hezimete dönüşmesi üzerine şiddetli bir milliyetçilik politikası benimseyen cemiyet; yenilginin suçunu hükûmete yükledi. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa öncülüğünde silahlı bir grubun Bâb-ı Âli’de toplantı halindeki hükûmeti basması, Harbiye Nazırı Nâzım Paşa‘yı öldürmesi ve sadrazam Kâmil Paşa‘nın kafasına silah dayayarak istifaya zorlaması ile İttihat ve Terakki, askerî darbe ile iktidarı ele geçirdi.

Komiteci bir zihniyetle yönetilen İttihat Terakki iktidarı ele geçirdikten sonra yine kendi hükûmetini kurmadı ve Mahmud Şevket Paşa‘yı sadrazamlığa getirdi. Ancak 11 Haziran 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikasta kurban gitmesi üzerine cemiyet, iktidarda ağırlığını koydu.

Düzenlenen kongrede artık hükûmeti denetleyen bir örgüt değil, iktidar partisine dönüşmeye karar verildi. Fırka reisi Said Halim Paşa sadrazamlığında kapsamlı bir diktatörlük yönetimi kuruldu. Mahmud Şevket Paşa suikastı ile ilgili görülen 24 kişi idam edildi, cemiyete muhalif 250 dolayında kişi Sinop‘a sürüldü; muhalif gazeteler kapatıldı.

Harbiye Nazırı olarak atanan Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşa ile birlikte partinin önderi oldu.

İttihat ve Terakki Fırkası bir iktidar partisi olarak yönetimde bulunduğu dönemde milliyetçi ve Batı yanlısı bir siyaset izledi. Eğitimin çağdaşlaşması, hukukun laikleşmesi için çalışıldı.  1914 seçimlerini ezici bir şekilde kazanan parti, Almanya ile askeri bir yakınlaşma başlattı. Enver Paşa’nın Alman yanlı siyaseti fırkanın siyasetini de doğrudan etkiledi.

Cemiyetin üst yönetimi ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914 tarihinde hükûmete ve padişaha haber vermeden imzalanan ittifak antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı‘na Almanya safında katıldı. Bu olay cemiyet içinde eleştirilere ve bölünmeye yol açtı. Cavid Bey, Ahmed İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmud Paşa gibi önemli İttihatçılar hükûmetten ve askeri görevlerinden ayrıldılar. Fethi Bey, Rauf Bey, Mustafa Kemal gibi bazıları da görevde kalmakla birlikte Enver Paşa başkanlığındaki cemiyet yönetimine karşı çeşitli derecelerde tavır aldılar.

Savaş sırasında Talat Paşa sadrazamlığa getirildi. Harbiye nazırı ve başkomutan Enver Paşa’nın komutasındaki ordunun savaşın ilk aylarında Sarıkamış‘ta, daha sonra ise Filistin‘de ve Irak‘ta ağır yenilgiler alması ve Enver Paşa’ya yakınlığıyla tanınan İaşe Nazırı Topal İsmail Hakkı Paşa‘ya atfedilen büyük yolsuzluklar rejimi yıprattı.

I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin kesinleşmesinden sonra Talat Paşa hükûmeti 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etti. 1 Kasım’da yapılan olağanüstü kongrede İttihat ve Terakki kendini feshetti.

Enver, Talat ve Cemal Paşa’nın liderliğini yaptığı İttihat Terakki iktidarının maceraları Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olmuştur.  

Türk siyasi tarihinin en önemli figürlerinden ve Milliyetçi liderlerinden biri olan Alparslan Türkeş İttihatçıların Osmanlı’yı nasıl yıktıklarını bir konuşmasında şöyle özetlemiştir:

“Başka çok misaller var. İttihat ve Terakki Fırkası var. Enver Paşalar var, Talat Paşalar var, Cemal Paşalar var. Birçokları bunları çok beğenirlerdi. Efendim çok dürüst adamlardı, çok doğru adamlardı. Bak Enver Paşa gitti, Türkistan’da şehit oldu. Ama koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra neye yarar. 1908 yılında geldi İttihat ve Terakki iktidar oldu. Onlar iktidar olduğu zaman Arnavutluk Osmanlı Devletine bağlıydı. Osmanlı Devletinin sınırları Adriyatik Denizindeydi. Rumeli bizim elimizdeydi. Selanik, Manastır, Kosova hepsi bizim idaremizdedir. Libya ve Çad bizdedir. Yani sınırımızın bir ucu Afrika’nın ortasında, Ekvator çizgisindedir. Arabistan, Yemen bizdedir. Yani Osmanlı Devletinin bir ucu Hint Okyanusundadır. 10 sene sonra 1918 tarihinde hepsi gitmiştir, Anadolu da işgale uğramıştır. Anadolu’da tehlikededir. İşte İttihat ve Terakki, işte Enver Paşa, işte Talat Paşa, işte Cemal Paşa. Efendim çok vatanseverdiler. Çok dürüsttüler, hırsız değillerdi, bilmem ne değillerdi. Ama komitacıydılar. Komitacılıkla devlet adamlığı farklı şeylerdir. Bize akıllı, ileriyi gören devlet adamları lazım. Milletini tanıyan, tarihini bilen, kudretli devlet adamları lazım.”

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığım ittihatçılığın Çalık tarafından savunulmasını doğrusu ciddi bir paradoks olarak görüyorum. Sadece Çalık değil, Türkeş’in izinden gittiği söyleyenlerin de bu açıklamalara rağmen hala İttihatçılığı savunması da tam anlamıyla bir paradokstur.

Yukarıda ittihatçılarla ilgili söylenen sözü şöyle değiştiriyorum:

“İttihatçılarla birlikte ittihatçılık ölmüştür. Hayali şeylerin ardından koşma devri bitmiş, aklını kullanma dönemi başlamıştır.”