Birinci Dünya Savaşı’na müteakip toplanan Paris Konferansının bir üyesi de ABD’li varlıklı bir iş adamı olan Charles R. Crane idi. ABD Başkanı Wilson’un emriyle Osmanlı coğrafyasını dolaşmak ve “Osmanlı devletinde Amerikan mandasının koşullarını araştırmak” ve bir rapor hazırlamak üzere görevlendirilmişti.

İstanbul’da siyasetçi, asker, bürokrat ve entelektüel kesimlerle yaptığı görüşmeler sonucu verdiği raporda, “Türk halkının büyük çoğunluğu mandayı istiyor ve Amerikan mandasını tercih edecektir. İstanbul artık Türkiye’nin başkenti olamaz. Dünya barışı için şehir uluslararası bir güç tarafından yönetilmelidir…” şeklindeydi.

Olmadı, olduramadılar ancak unutmadılar da…

Malum Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Buna göre bundan sonra artık, Ayasofya müze olarak değil cami olarak kullanılacak ve tümünde namaz kılınabilecek.

Doğu Roma İmparatorluğu'nun İstanbul'a yaptığı en büyük kiliseydi 1500 yıla yakın yaştaki Ayasofya. Osmanlı İmparatoru II. Mehmet’in (Fatih Sultan Mehmet) 29 Mayıs 1453'te İstanbul'u fethiyle Ayasofya camiye dönüştürüldü ve fetihten sonraki ilk cuma namazı 1 Haziran 1453'te Ayasofya'da kılındı.

Bu süreçte Türk Milleti güçlü olduğunda sesini çıkaramayan Hıristiyan dünyası, fırsatını bulduğunda, Türk’ün takatten düştüğünü sandığında sadece Ayasofya’yı değil ne kadar tarihsel karın ağrısı varsa hepsini masanın üstüne koymaya çalıştı. Bazen kendi elleriyle bazen de maşaları marifetiyle.

Ayasofya kararının öncesinin ve sonrasının getirip götürecekleri konusunda ahkam kesmeyi işin gerçek erbabına bırakmak gerekir. Ancak Müslüman bir Türk evladı olarak genel manada dikkat etmemiz gereken hususlara vurgu yapmak isterim.

Bilelim ki birilerinin “Manda Hayali” halen capcanlı yerli yerinde duruyor. Bundan sonra daha çok üzerimize gelecekler. O nedenle içeride birlikteliğimizi daha güçlü kılmamız gerekir.

Unutmamak, unutkanlığımızı unutmak zorundayız. Zira biz Türklerin bir kısmına Türk olduğunu dahi unutturdular. Tarihimizin altın sayfalarının ne kadarını derinlemesine biliyoruz, peki kin ve nefretle dokudukları yalana dayalı bilgilerle hafızalara işledikleri tezlerin ne kadarını doğruymuşçasına kabullendik? Bırakalım eskileri, yakın tarihimizi bile unutturdular.

Birkaç örnek;

Ermeni Asala örgütü kaç Türk diplomatını öldürdü? “Z” kuşağından kaçı bilir?

Türkiye düşmanı iç örgütlerden bazıları aniden nasıl yok oldu? “Y” kuşağından kaçı bilir?

PKK nedir, nereden doğdu, nasıl büyüdü, amacı ne? “X” kuşağından kaçı bilir?

Milyonlarca Türk kadim Asya topraklarında zulüm görürken hangi caminin avlusunda toplanarak ses çıkaran oldu?

Hangi Arap ülkesinde bir Türk’ün ardından ağıtlar yakıldı, hangi Müslüman ülkesinde Türkiye için onbinler yürüdü?

Demem o ki Türk dara düşmesin, maazallah dara düşerse yardımına gelen az olur, o da bir işe yaramaz. Biz kendimize güveneceğiz, öteki-beriki ayrımını sonlandıracağız, işi ehline vereceğiz, (X, Y, Z) demeden bütün kuşakları bilinçlendireceğiz, özellikle nefret biçmemek için kin ekmeyeceğiz.

Ancak bu durumda, ekonomik, askeri, siyasi, sosyal, kültürel saldırıları göğüsleyebiliriz.

Şunu unutmayalım, manda heveslilerinin ve tarihi intikam kovalayıcılarının en kolay taşeron bulabileceği ülkelerdendir Türkiye. Kendi oturduğunuz şehri, hatta ilçeyi, hatta mahalleyi, hatta sokağı sizden daha iyi bilen binlerce yabancı dolaşıyor ülkemizin her noktasında.

Es-selam olsun, ves-selam olsun, has-kelam olsun, Ayasofya şimdiye kadar sadece Ayasofya değildi, bundan sonra da sadece Ayasofya olarak kalmayacak bilinciyle insanımızı ötekileştirmeden birlik ve dirlik içinde yarınlara hazırlayacaklara.