Yaşadığımız topraklarda millet olarak geldiğimizden beri hep dış güçlere karşı kavga halinde yaşıyoruz.

Türkler olarak doğudan batıya kısa tatiller yapıp geri dönmek için değil yurt tutmak geçinebilmek millet olarak daha konforlu bir hayat sürebilmek için gelmişiz.

Aslında halen de geliyoruz doğudan batıya Türk göçü devam ediyor.

Sokağa çıktığınızda pazarlarda çarşılarda Türkçe konuşan bazıları çekik gözlü insanlarla karşılaşıyoruz, onlardan bizim farkımız bizim dedelerimizin bu topraklara onlardan birkaç yüzyıl önce gelmiş olmasıdır.

Eğer Anadolu bir Türk vatanı ise, tüm Türklerin vatanıdır, onlar ülkemizde yabancı veya misafir değil bizim asli unsurumuzdur.

Düşünelim dedelerimiz Anadolu’ya geldiğinde kendi soydaşları tarafından yabancı olarak mı karşılanmıştı?

Türk göç hareketi ilk birkaç bin yıllık davranışlarında göçebe kültürü ve yaşam biçimi ile hayatını sürdürmüş son birkaç yüzyılda ise çok ağır ilerlemesine rağmen yarı yerleşik bir hale dönüşmektedir.

Göçebe hayatının en bariz örneği Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşaya özellikle Antalya Teke bölgesinde hayatını sürdüren 40 Türkmen aşiretinin Şah İsmail’in önderliğindeki Erdebil kentine geri göçünü ve orada Safevi devletinin kurucu unsuru olduğunu görebiliriz.

Ortaçağ batılı milletlerin ne kadar karanlık çağı ise Türk milleti için o kadar aktif başarılı ve aydınlık olarak yaşanmış akabinde gelen yıllar milletimiz için gerileme ve kendini savunma halinde geçmiştir.

Yüzyıllardır süren milletimizin kendisini savunma hali halen devam etmekte ve hiç hız kesmemektedir.

Çünkü Ortaasya’nın bu gün çöl olan tam ortasından çıkan Türkler, Avrupa Asya ve Afrika’nın kesiştiği kuzey yarımkürenin tam ortası dünya ticaret yollarının birleştiği bir köşe başı parsel sayılan Anadolu’yu kendilerine yurt etti, sonrasında milletin vatanı yaptı, yüz yıl öncede misak-ı milli ilan etti.

Yeriniz kıymetli olunca üzerindeki gözler de o kadar artıyor tabii…

Bu coğrafyada millet olarak yaşamanın güçlüklerini biraz tarih okuyan herkes görebilir.

Bizler bu topraklarda Türk milleti ve dostları olarak barış içinde güvenli ve konforlu bir hayat yaşamak istemeliyiz ve tabii yaşamak istediğimiz bu hayatın gerektirdiği bedeli de milletin mensupları olarak karşılamayı da bilmeliyiz.

Kişi olarak öncelikle antiemperyalist ve milliyetçiliği içselleştirmeliyiz.

Bu topraklarda millet olarak kalmak isteyen milletin mensuplarının tembel ve asalak olmaya hakkının olmadığını bilmeli, mutlaka yüksek nitelikli üretim ve katma değere katılımcı bir hayat tarzımızın olması gerekir.

Toplum menfaatlerini şahsi menfaatlerimizin önünde tutmalı en azından eşit şartları sağlıyorsa iç üretime veya yerli sahibe veya milli devlete katkı sağlamalıyız.

Yüzyıllardır üzerimize ağır bir yük getiren her anlamdaki yabancı hayranlığından çok acilen kurtulmalı köklerimizden gelen özgüvenimizi güçlendirmeli bizde sonraki nesillere bu anlamda yönlendirmeler yapmalıyız.

Bu gün için devletimizi kısa akıllılar gaflet ve delalet içinde olanlar şahsi menfaatlerini öne alanlar yönetiyor olabilir bu durum soyut bir kavram olan devlet in suçu değil toplum olarak kendi öngörüsüzlüğümüz olup geçici bir durum olduğunu bilip devletimizin her türlü yanında olmalıyız.

Toplum olarak birbirimize hoşgörülü ve saygılı olmalı vatanseverlik temelinde birleşmeli ana gövdeyi vatanseverlik olarak almalı onun dışındaki eğilimleri.

Yan dallar olarak kabul etmeli asgari müştereklerimizi mutlaka oluşturmalıyız.

Düşünelim…

Ülkemiz üzerinde hesaplar yapan emperyalist ülkelerin yönetenleri bizim ülkemizde yaşayan insanların onurlu teslim alınamayacak yüksek karakterli vatanı için sahibi olduğu birçok dünyevi varlıktan hatta canından vazgeçebilecek, akıllı eğitimli itirazcı hakkını arayan insanlar olduğunu bilseler düşüncelerini bir daha gözden geçirirler herhalde.

Atatürk milletleşme çalışmalarını böyle bir toplum ortaya çıkarabilmek için başlatmış ve zamanına göre başarılı da olmuştu.

Yeniden başlayabiliriz…