“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık

Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.

Ölenler en son kurtuldular bu dağdağadan

Ve göz kapaklarının arkasında eski Vatan

Bizim diyar olarak kaldı ta kıyamete dek!..”

O günleri yaşayan büyük şair Yahya Kemal Beyatlı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra oluşan Türkiye haritasını gözlerinin önüne getirerek ve herhalde içini çekerek, gözlerinden yaşlar süzülerek bu mısraları yazıyordu. Çünkü ümitler bitmiş ve ölmek “kurtuluş” olarak görülmeye başlanmıştı.

Dünyayı okuyamayan, gelişmelere ayak uyduramayan ve büyük ölçüde günümüzde “Aya gidemezler”,  “Mars’a çıkamazlar”, “Uzay Mekiğinin civatalarını gevşetip düşürdük” diyen, “Yanmaz kefen”, “Peygamberi rüyada gösteren terlik” ticareti yapan madrabazların dedeleri tarafından yönlendirildiği için ilimde, fende sınıfta kalan Osmanlı İmparatorluğu teslim bayrağını çekmiş, yurdumuz baştanbaşa işgal edilmişti. İş işten geçtikten sonra o zaman için “Yeni Dünya Düzeni”ni kuran Avrupalıların girdiği yola girme gayretleri ise sonuçsuz kalıyordu. Tabir yerinde ise Atları alanlar Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi!

Memleket işgal edilmekle kalınmamış, Türk Devleti’ni tamamen bitirip milletimizi köleleştirecek olan Sevr’in planları da yapılmıştı. Nitekim 10 Ağustos 1920’de Damat Ferit Paşa başkanlığında Hadi Paşa, Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Paşa ve Bern Elçisi Reşit Halis Bey’den oluşan Osmanlı heyeti bu esaret anlaşmasını imzaladılar.

Başkomutan ve devletimizin kurucusu Büyük Atatürk bütün ümitlerin kırıldığı anda ortaya çıkarak 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçmişti.  Osmanlı’nın son savaşlarında cephelerde savaşıp terhis olduktan sonra İstanbul Darülfünununda (Üniversite) Hukuk öğrenimine devam ederken orada Kâtip olarak da çalışmaya başlayan ve hatıralarını yazan İ. Hakkı Sunata, içinde bulunulan durumu şöyle özetliyordu: “Anadolu inatçı, İstanbul sersem, düşman fırsatçı!” (*)

Sonunda, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde şahlanan Anadolu’nun “inatçıları” kazandı. Atatürk’ün dehası, öncelikle yurdu kurtarıp milletin esir olmasını önlemişti. Sonra da o yokluk yıllarında “Az zamanda büyük işler yaparak”  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ayağa kaldırdı. 15 yıl içinde 40 fabrika kurulmuştu.  Şimdi onlar yok artık. O sıralarda uçak bile yapıp satıyorduk. Hazır olanları tükettik; toplum içindeki mirasyedilerin ve mevta olan bir Bakan Efendi’nin dediği gibi “Babalar gibi sattık!”  Onların yerine de malum, bol bol gökdelenler, kuleler, AVM’ler diktik. Yollar, köprüler de yaptık ama o yolları, köprüleri üretim yapan fabrikalara bağlayamadık. Çünkü yerlerinde beton yığınları vardı!

Başımıza gelen işlerden sonra gördük ki o beton yığınlarının, devasa blokların hiçbir değeri yokmuş. Dar günümüzde, felaket geldiğinde başımıza bela oluyorlar, elle tutulup gözle görülemeyen mini minnacık bir virüs hepsini geçersiz sayabiliyor ve kapılarına kilit vurdurabiliyormuş!

Oysa onların yerine üretime yönelik tesisler kurulsa, araştırmaya, laboratuvar hizmetlerine önem verilse hiç böyle olur muydu? Demek ki asıl yapılması gereken üretim, istihdam, ehliyet, liyakat ve ille de eğitim, ille de ilim imiş!

Son günlerde, Büyük Atatürk’ün, o yokluk döneminde adı üstünde işte,  bir “Kurtuluş” ya da “İstiklal Savaşı” verilirken 1921 yılında çıkardığı “Tekâlif-i Milliye” yani “Milli Yükümlülükler” vergileri ya da zorunlu uygulamaları gündeme geldi. Oysa şimdi çağ o çağ değil, zaman o zaman değil, şartlar hiç değil; o zaman elde avuçta hiçbir şey yoktu, şimdi varlık içinde yokluk çekiyoruz.

Her şeyden önce şimdi tedbirsiz davrandık. Devletimizin kazanımları olan fabrikalar satıldı, milli gelirden bugünler için ayrılan “İhtiyat Akçesi” başka işler için kullanıldı, “Ak akçe kara gün içindir”  diye ilkokullarda öğrendiğimiz o güzelim ibret dolu, ders verici atasözümüz bile dikkate alınmadı. Oysa Milli Mücadele yıllarında ortada bir devlet kalmamış, imkân derseniz hiç ama hiç yoktu. Tedbiri alması gereken İstanbul hükümeti tuzla buz olmuş, vatan ve millet bir kurtarıcı bekliyordu. Vatan şairi Namık Kemal’in, yine o çöküş günlerinde söylediği “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” mısralarını bilen Mustafa Kemal, “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” diyerek harekete geçmişti.  Evet… İmkân yoktu ama azim ve kararlılık vardı. O azim ve kararlılık içinde ne gerekiyorsa o yapıldı. Kaldı ki, “Tekâlif-i Milliye” gereği kimden ne alınmışsa kayda geçirilmişti ve Cumhuriyet kurulup devlet ayağa kalktıktan sonra karşılıkları mutlaka verildi.

Zamanın Ankara Müftüsü ve ilk Diyanet İşleri Başkanımız Rıfat Börekçi’nin, Tekâlif-i Milliye kapsamında devlete verdiği altınlar daha sonra kendisine ödeneceği zaman, “Ben onları kara günler için biriktirmiştim. O günler gelince de yerini buldu” diyerek almadığı bilinmektedir. Elbette başka örnekler de vardır ama eğitimci yazar Ertuğrul Kapusuzoğlu’nun anlattıklarını aktaralım:

“Atatürk, 15 Ekim 1924 tarihinde Akdağmadeni üzerinden Yozgat’a gidecektir. Yol bizim Battallı Köyü’nden geçeceği için köyün ileri gelenlerinden olan Dedem Kamil Ağa ile Süleyman Ağa karşılayacaklardır. Kurban edilmek üzere bir tosun hazırlanır. Davul – zurna çalmakta, herkes heyecanla beklemektedir. Nihayet Atatürk ve beraberindekiler gelir, otomobilden inerler. Köylüler adına Kamil ve Süleyman Ağalar “Hoş geldiniz Paşam” deyince Atatürk ağalara, “Size borcumuz var ama ne yazık ki paramız yok. Ankara’ya gelin, size iki yüz dönüm tarla vereyim” der. İki ağa göz göze gelirler ve Süleyman Ağa cevap verir: “Paşam, biz devletimize üç – beş kuruş yardım etmişiz, çok mu? Sen bize koca bir vatan bağışladın. Sağ ol, verdiklerimiz devletimize, milletimize helali hoş olsun!”

 Atatürk yanındakilere dönerek, “İşte Türk Milleti’nin asaleti bu” dedikten sonra,  “Varol Kamil Ağa, varol Süleyman Ağa, çok yaşayın Battallılar” diyerek oradan ayrılır.”

Dolayısıyla, milletimiz en zor şartlar altında bile üzerine düşeni yapmıştır, yapacaktır. Ancak yine atasözlerimizden gidecek olursak; ayağımızı yorganımıza göre uzatmak, gelmesi muhtemel kara günler için hazırlıklı olmak zorundayız. Nasıl ki analarımız, dedelerimiz ve ninelerimiz kefen paralarını ayırıp bir yere koyuyorlarsa bizler de hem şahıslar hem de devlet olarak aynı yolu takip etmeliyiz.  Bunu yapmazsak, yapamazsak günümüzde olduğu gibi,  “Falan devletler hesaplarına para yatırmak için vatandaşından İBAN isterken bizim devlet vatandaşından para toplamak için İBAN veriyor” gibi sonu gelmez çekişmeler içine gireriz. Böyle bir anlayış devlete de millete de yakışmaz. Biz güçlü bir milletsek düştüğümüz yerden kalkmasını bileceğiz, bilmeliyiz. Onun için de yapılması geren ne ise yapacağız, yapmalıyız. Önemli olan milletin devletine güvenmesi, devletin de olabildiğince şeffaf olmasıdır. Bu sağlanır ve iş siyasete dökülmezse zaten herkes karşılık beklemeden gereğini yapar.          

Sonuç olarak “Korona Virüs” belası başımıza büyük işler açsa da aslında bizi terbiye edip dersler veriyor. İnşaallah aldığımız derslere iyi çalışırız ve ne zaman nasıl geleceği belli olmayan muhtemel virüslerle görünür görünmez, bilinir bilinmez felaketlere hazırlıklı oluruz.

(*) İ. Hakkı Sunata, İstanbul’da İşgal Yılları, Türkiye İş Bankası Yayınları