Yazılı ve görsel basını içine alan medya sektörü Türkiye’de ne yazık ki ölmüş durumda. Siyasetten, ticaretten, menfaatten bağımsız bir gazete, bir televizyon kanalı, bir ajans gösterebilecek biri varsa beri gelsin.

Devletin televizyonu olan ve 30 yıl hizmet verdiğim TRT siyasetin tam göbeğinde duruyor. Öyleki, kendi kanununu, belirlenmiş yayın ilkelerini hiçe sayarak tamamen iktidarın yayın organı gibi çalışıyor. Haberler, haber programlar, programlara çağırılan konuklar hep aynı doğrultuda. Yine bir devlet kuruluşu olan Anadolu Ajansı’nın da TRT’den kalır yeri yok. Hatta bu ajansın Genel Müdürü seçimler sırasında AKP Genel Başkanı’nın logosunu taşıyan şapka giydiği, seçim gecesi parti Genel Merkezi’ne gittiği biliniyor.

İktidar tarafından oluşturulan ve “Havuz Medyası” olarak anılan gazetelerle televizyon kanalları ise zaten birer “Hazır Asker” durumundalar. Hatta A Haber örneğinde olduğu gibi, tabir yerinde ise “Kraldan fazla kralcılar!” Onlara göre her şey yerli yerinde, “Ekonomi uçuyor”, hayat tozpembe! Geriye kalan ve sayıları bir elin beş parmağına bile ulaşmayan gazetelerle televizyon kanallarına gelince… Onlar bazı gerçekleri dile getirip muhalefetin sesine kulak veriyor olsalar da Havuz Medyası’nın sahip olduğu imkânlara ulaşamadıkları için yeterince etkili olmaları mümkün değil.

Cumhurbaşkanı, Emine Hanım, başta Hazine ve Maliye Bakanı olmak üzere Bakanlardan herhangi biri ve tabii AKP Sözcüsü bir yerlerde konuşuyorlarsa malum haber kanalları yayınlarını anında keserek oraya bağlanıyorlar. O anda stüdyodaki konuklarına, o programı takip eden seyircilerine saygısızlık ettiklerini, hepsinden önemlisi YAYIN İLKELERİNİ, İLETİŞİMCİLİK KURALLARINI çiğnediklerini düşünmüyorlar bile. Bir de, AKP Merkez Yönetim Kurulu toplantılarının bitimi özellikle planlanmışçasına akşam haberleri saatine denk getiriliyor ve malum kanallar bütün haberleri bırakarak anında sözcü Ömer Çelik tarafından yapılan açıklamalara bağlanıyorlar. Başka çok önemli haberler olsa bile durum değişmiyor; bazen bir saat kadar süren o açıklamalar illaki verilecek!

Az çok dünyayı tanıyoruz. Amerika’yı görmemişsek bile Avrupa’yı, Asya’yı görüp gezmişliğimiz, oralarda televizyon seyretmişliğimiz var ama hiçbir yerde yayıncılığın böylesine pespaye olduğuna şahit olmadım. Mesela araştırın bakalım; Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve hatta yanı başımızdaki Yunanistan’da, Bulgaristan’da böyle bir uygulama var mı? Oralarda Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, bakanlar, iktidar partisinin sözcüleri her gün saatlerce televizyonları işgal ediyorlar mı etmiyorlar mı?

Bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim konu ise başka…

Konu aslında herkesin dikkatini çekiyor; yolda, sokakta, evde, işte herkes şikâyetçi oluyor ama galiba yalnızca televizyon kanallarının sahipleri ile sorumlu müdürleri işin farkında değiller! Öyle ya, dikkatlerini çekse idi dış politika, iç politika, uluslararası ilişkiler, terör, çevre, Kanal İstanbul, Irak, Suriye, Libya, ekonomi, tarım, sağlık, eğitim vb. akılınıza gelen ve gelebilecek olan her konuda aynı kişiler programa çıkarılmazlardı da her işin uzmanı aranır ve bulunurdu.

İsim isim sıralamayıp geçmişlerini deşelemeye de gerek yok; yayın sırasında devletimiz için “katil devlet” ifadesini kullandığı için Prof. Dr. Ersan Şen gibi değerli bir hukukçuyu çileden çıkaran ve bu saçmalığına rağmen “Bulunmaz Hint kumaşı” misali ekranlardan ayağı kesilemeyen bir bayan, saçını ektirdiği söylenen Atatürk düşmanı yeni yetme bir doçent, paraşütle inip rektör olan ya da rektörlük peşinde koşan birkaç akademisyen, MHP ve ülkücülük müktesebatından uzak olduğu her halinden belli olan ama MHP kontenjanından çağırıldığı anlaşılan bir gazeteci, birkaç eski mebus, birkaç demirbaş hukukçu ve güvenlik uzmanı… Öyle anlaşılıyor ki bu şahıslar özel olarak yetiştirilmişler ve hem Türkiye’nin hem de dünyanın bütün sırlarına vâkıflar! Konu ne olursa olsun “Laf olsun torba dolsun” misali konuşuyorlar da konuşuyorlar. Herhalde mecbur kaldıklarından olsa gerek, TV kanalları arada bir gerçek uzmanları da konuk edebiliyorlar. Onların dışındakileri ve adeta parti sözcüsü gibi konuşan gazetecileri, akademisyenleri dinlemeye tahammül edemediğim için, ülkemizi yakından ilgilendiren hayati konular görüşülürken bile dinleyemiyorum. Çünkü serde yayıncılık da olduğu için az çok bu işleri biliyorum ya; amigoları gözüm görmek, kulağım duymak istemiyor!

“Serde yayıncılık var” deyince “Her işe maydanoz olanlarla” ilgili bir hatıramı da anlatmalıyım. Uzun süre programlar hazırladıktan sonra 1993 yılından TRT Ankara Radyosu’nda Program Denetçisi olmuştum. “Radyo Haber” adında bir Haber Program vardı. Program canlı olarak yayınlanmakla birlikte içinde banttan yayınlanacak bölümler olunca denetime gönderiliyordu. Şimdilerde adını pek duymadığım Prof. Dr. Doğu Ergil o programın sürekli konuklarından biri idi ve 6’şar 7’şer dakikalık sohbetleri yayınlanıyordu. Kendileri de öyle “Her işten anlayanlardan” biri olmalı ki; uluslararası ilişkiler, ekonomi, tarım, çevre, dil, doğum kontrolü vb. her programda bir konuyu anlatıyor da anlatıyordu. O sıralarda Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun Türk Dil Kurumu Başkanı idi ve başta TRT olmak üzere ilgili bütün kurumlara belirli aralıklarla, “Yabancı Kelimelere Türkçe Karşılıklar” başlığı altında yazılar ve ekinde bir liste geliyordu.

Bir gün yine (28 Mart 1994) Doğu Bey’in konuşmalarından biri denetime gelmişti ve dinliyordum. “Türkçeyi işgal eden yabancı kelimelerden” bahsettiğini anlayınca doğrusu ilgimi de çekmişti. Baktım ki, Türk Dil Kurumu’nu eleştiriyor ve günümüzde Türk Dil Kurumu’nun, eskiden olduğu gibi yabancı kelimelere karşılık bulmadığını söylüyordu. Bandı başa sarıp tekrar dinledim:

“……eskiden ne güzel, Türk Dil Kurumu bunların karşılıklarını bulur ve Türkçe’ye de uydururdu (Türkçe karşılıklarını bulurdu demiyor; UYDURURDU diyor). Şimdi bakıyoruz, bu konudaki çabalar büyük ölçüde tavsamış durumda. O zaman TDK, resmi kurum değil, bir entelektüel kurumdu…. Şimdi bugün, bu kurumların resmileştirilmesi, maalesef Türkçe’nin korunması doğrultusunda yeteri kadar çaba gösterilmemesi, entellektüellerin, aydınların bu konuda gönüllü çalışmamasına neden olmakta…”

Tabii ben acı bir tebessümle ellerimi yana açmış, sonra da iki ay kadar önce Türk Dil Kurumu’ndan gelen “Yabancı Kelimelere Türkçe Karşılıklar” listesini sümenin altından çıkarmıştım bile…

İyi ki de öyle yapmışım; beyefendi; “... Efendim, viyadük diyorlar mesela” diye başladı ve birtakım yabancı kelimeye kendi teklifi imiş gibi karşılıklar vermeye başladı. Ben de önümdeki resmi metinden hayretle takip ediyordum. Çünkü “teklif” olarak sundukları kelimeler, Türk Dil Kurumu Başkanlığı’nın, 27.01.1994-Sözl. Kl 519/57.192 Sayılı Yazılarının ekinde gelen listeden ne bir kelime eksik, ne bir kelime fazla idi. Kısacası, kendi tabiri ile “Eski dönem” Türk Dil Kurumu’nu övüp yeni dönemi eleştirirken, eleştirdiği dönemde yapılan güzel çalışmaları kendi teklifi gibi anlatıyordu.

Şimdilerde hasret kaldığımız gerçek yayıncılar bunu çok iyi bilirler ki bu tür ifadelerin yayınlanması yayın ilkelerine aykırı olup doğrudan cevap hakkı doğuracak niteliktedir. Hemen bir rapor hazırladım ve o konuşmanın yayınlanmasını önledik. Program yapımcısı arkadaşa, “Durumu kendisine ilettin mi” diye sorduğumda, “Abi, yazdığın raporun kopyasını verdim, şöyle bir baktı ve cebine koyup gitti” dedi. Gidiş o gidiş; ondan sonra da kendileri TRT radyoları ve televizyonlarında bir daha görülmedi. Acaba diyorum şimdiki televizyon kanallarının bünyesinde o “çokbilmiş” konuşmacıları rapor edecek birileri yok mu? Ya da “Ne olur olmaz” diye susuyorlar mı? Hele de TV kanallarına çıkıp konuşacak konuşmacılar için de bir havuz oluşturulduğu ve konuşmacıların o havuzdan çağırıldığı söyleniyor ki, bağımsız yayıncılık ilkelerine ile demokratik yönetim anlayışlarına taban tabana zıt bir uygulamadır.

İşin özeti şu ki, yayıncılıkta artık bu ilkeleri gören ve gözeten yok. Şimdi gazete ve televizyon kanalları bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların işgali altında. Ekmek parası için oralarda bulunan ve olması gereken yayıncılık ortamı oluşturulduğunda hakkını vereceklerine inandığım programcılara ise üzülmemek elde değil.