2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Çılgın Proje”  olarak ortaya atılan “Kanal İstanbul” meselesi aradan on yıl geçtikten sonra daha çok konuşulmaya başladı. Geçen bu süre içerisinde adeta kanalın pazarlaması yapıldı ve planlanan güzergâhın çevresi kıymete bindi. Başta Katarlılar olmak üzere dışarıdan gelen para babaları ile içerideki uyanıklar o bölgeden binlerce dönüm arazi satın aldılar. Öyle ki, açılması planlanan kanalın ne işe yarayacağı ve ne getirip ne götüreceğinden çok çevresinde oluşacak rantiyecilik aşkı ön plana çıkmış durumda.

Üstüne üstlük, tam da Kanal İstanbul konusundaki tartışmalar alevlenirken bir de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çıkılırdı – çıkılmazdı tartışmaları başlamasın mı? Koskoca TBMM Başkanı durduk yere “Cumhurbaşkanı isterse Montrö Sözleşmesi’nden de çıkabilir” gibi bir söz sarf edince adeta yangına körükle gitmiş oldu.

Bu, olacak iş değildi. Çünkü 1920 yılından itibaren Çanakkale ve İstanbul boğazlarının kontrolü Milletler Cemiyeti tarafından sağlanıyordu. 1936 yılında imzalanan uluslararası bir sözleşme olan ve Atatürk’ün dâhiyane öngörüsü ile konan maddelerle Boğazların kontrolü Türkiye’ye geçti. Böylece Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerinin boğazlardan geçmesi Türkiye’nin iznine tabi oluyordu ve izin alarak geçen gemiler de Karadeniz’de ancak 21 gün kalabileceklerdi. Nitekim en son, Karadeniz’e geçme teşebbüsünde bulunan ABD savaş gemileri Türkiye’den izin almak zorunda kaldılar. Düşünebiliyor musunuz? Dünyanın bütün denizlerini, okyanuslarını keyfince kullanan ABD, Türkiye izin vermezse Karadeniz’e geçemiyor. İzin alarak geçse bile 21 gün sonra dönmek zorunda. Türkiye’ye bu gücü veren ise Atatürk’ün dehası. Öyle ki, Milyonlarca Türk’ün katili olan Stalin, Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonra 1939 yılı sonlarında Moskova’da kabul ettiği Dışişleri Bakanımız Şükrü Saraçoğlu’nu, “Umarım boğazların anahtarlarını da getirmişsinizdir” diye gülerek karşılayınca hiç de ummadığı bir cevap alarak ne diyeceğini şaşırmıştır. Saraçoğlu şu karşılığı verir:

“Özür dilerim ekselansları! Mustafa Kemal boğazların anahtarlarını da yanına alıp gitti!..”

Osmanlı döneminin sona yaklaştığı sıralarda bir ara Rusya’ya giden Sadrazam Keçecizade İzzet Fuat Paşa’ya da zamanın Rus Çarı, “Paşa, şu Girit Adası’nı bize satsanız” deyip fiyatını sorunca ağzının payını almıştı: “Aldığımız fiyata!..”

Alınan fiyatın binlerce şehit ve hesabı belli olmayan maddi yük olduğunu bilen Çar susup kalmıştı. Kısacası, Amerika’nın, Rusya’nın gönlünü hoş tutmak için tavizler verilmiyor, tehditlere boyun eğilmiyordu.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye için önemini çok iyi bilen emekli diplomatlar, eski milletvekilleri, emekli askerler peş peşe açıklamalar yaptılar, yazılar yazdılar, katıldıkları televizyon programlarında fikirlerini açık açık söylediler.  En son emekli Amirallerin hazırladıkları ve gece yarısı yayınlanan duyuru ise çeşitli spekülasyonlara sebep oldu. Zamanlama ve o açıklamada geçen bazı ifadeler bir “darbe çağrısı” olarak nitelendirildi, gözaltılar oldu.  Yazı hazırlanırken henüz ifadeler alınıp karar verilmediği için fazla yorum yapmamız doğru olmaz.

Ancak biz böylesine hassas davranırken, yargıya intikal etmiş bir konuda, davanın er geç intikal edip son hükmün verileceği merciler olan Yargıtay ve Danıştay’dan söz konusu duyuru ya da bildiriyi eleştiren açıklamalar yapılmasını anlamak mümkün değil. Hukuk dilinde buna “İhsas-ı Rey” deniyor ve demokrasi ile yönetilen bir ülkede yeri olmaması gerekiyor. Sivil Toplum Kuruluşları, akademisyenler, başka kişi ve gruplar elbette lehte ve aleyhte görüş açıklayabilirler ama yargı organları ancak kararları ile konuşmalıdırlar. Doğru olan ve olması gereken budur. Kurumları yıpratılan bir devlet ise devlet olma vasfını kaybeder. Şimdi tam da Ziya Paşa’yı hatırlamanın zamanıdır:

“Kadı ola davacı vü muhzır (mübaşir) dahi şahid/Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?”

“Bin düşün bir söyle” diye anlamlı bir söz vardır.  Yönetim ve yargı mevkiinde olanların da  bu söze göre hareket etmeleri, hatta bin düşünmekle de kalmayıp bin danışmaları, kanun ve kurallara harfiyen uymaları, emir erleri ile değil ille de liyakat sahibi olanlarla çalışmaları şart.

Kanal İstanbul adı verilen projeyi 1950 yılından beri ABD’nin istediği aşikâr. Sebebi de açık: Boğazlardan geçip gitmesi uluslararası bir anlaşma ile sınırlandırıldığı için yalnızca böyle bir kanaldan daha rahat geçebileceğini, engel çıkarılacak olursa da dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı gibi tehditler savurarak amacına ulaşabileceğini düşünüyor. Allah muhafaza, böyle bir durum gerçekleşir ve Karadeniz’de ABD – Rus savaşına yol açılırsa bunun vebalinden nasıl kurtulacağız?

Bu, işin ayrı bir yönü. Öbür yönü ise daha karmaşık. Açılacak kanalın ekolojik dengeyi alt üst edeceği, İstanbul’un su havzalarını yok edeceği, beklenen “Büyük İstanbul depremi” için  risk oluşturacağı, Allah’ın bir lütuf olarak milletimize bahşettiği tabii İstanbul Boğazı ile açılacak suni kanal arasında kalan adanın stratejik açıdan büyük tehlike olacağı gibi pek çok sebep açık açık söyleniyor, rapor ediliyor ama okuyan kim dinleyen kim?

Oysa yazımızın başlığında da ifade ettiğimiz gibi Türkiye’nin Kanal İstanbul’a değil yurt sathında yapılacak olan Sulama Kanallarına ve mevcut su kanallarının da ıslah edilmesine ihtiyacı var. Öyle ki tabir yerinde ise bu ihtiyaç bangır bangır bağırıyor!

Yıllar ve yıllar önce rahmetli Demirel’in başlattığı GAP projesi, 1985 yılında harekete geçilen KOP (Konya Ovası ve Çevresi) Sulama Projesi bile daha tamamlanamadı ey yetkililer! Harran Ovası suya muhtaç, “Tahıl Ambarımız” diye övündüğümüz Konya Ovası su bekliyor. Elazığ’daki Uluova Sulama Projesi yarım, Anadolumuzun pek çok yerinde yarım kalan, bir süre işleyip sonra bakımsızlıktan kullanılamaz hale gelen sulama kanalları var. Yurt içinde geziye çıkanlar mutlaka görmüşlerdir; kanallar yerinden fırlamış, kullanılamaz hale gelmiş ve dolayısıyla milli servet heba edilmiş. O kanalların ıslah edilmesi, çekilen su kaynaklarının canlandırılması gerekiyor. Acil olan bu.

Bir de gerekli tetkikler yapılmadan projelendirilerek hizmete açılan ama yapılan barajlar listesine girdiği halde su tutmayan barajımsılar ve kullanışsız olan su göletlerinden söz ediliyor. İlk ihalesi 2012 yılında yapılan ve “İstanbul’un 2040 yılına kadar olan su ihtiyacını çözdük” diye tanıtılan Melen Barajı, aradan on yıla yakın bir süre geçmesine ve zaman içinde iki ihale daha yapılmasına rağmen hala su tutturulamadı. Türkiye’de başka örnekleri de var ama bir uzman arkadaş, Kıbrıs’a yapılan 18 barajdan 17’sinin su tutmadığını birinin de maden havzasında olduğu için kullanılamadığını, Artvin’deki Yusufeli Barajı’nın da ne getirip götüreceği iyi hesaplanmadan projelendirildiğini söyledi.

Uzatmaya gerek yok, hesap ortada. Özellikle dünyanın bir kısır döngü içine girdiği, çeşitli ülkelerin gıda ürünü ihracatlarını durdurup içlerine kapandığı bir dönemde bizim de üretime ve öze dönmemiz gerektiği açık. Onun için Kanal İstanbul gibi bazı elit çevrelere ve dışarıdan gelecek para babalarına hizmet edeceği açık olan projeler üzerinde inat etmemiz doğru değil. Öncelikle yurt sathında yarım kalmış olan sulama projelerini tamamlayalım, ıslah edilmesi gerekenleri işler hale getirelim. Sulamada büyük bir ihtiyacı karşılayan Eğirdir ve Beyşehir Gölleri’nin suları gittikçe çekiliyor, buna çare bulalım. Burdur Gölü nerede ise kayboldu, besleyen kaynakları canlandıralım. Akarsularımızı ıslah edip taşkınları önleyelim…

Görüldüğü gibi daha yapılacak çok iş var ve bu şartlar altında Kanal İstanbul bir fantezi olarak kalıyor. Montrö Boğazlar Sözleşmesi gibi Türkiyemizin lehine olan uluslararası bir anlaşmayı tartışmaya açmanın ise abesle iştigal olduğu ortada.