Artık 20. Yılına doğru dümen kıvıran AKP iktidarları döneminde en yetkili kişilerden nerede ise yirmi defa “Eğitim sistemi değişmelidir”, “Böyle eğitim sistemi olmaz” gibi laflar duymuştuk ve kaç Milli Eğitim Bakanı gelip geçmişse hepsi de gerçekten kendilerince “Sitem Değişikliği” yapmışlardı. “Yaptılar da ne oldu” diye sorarsanız, bir profesörün aktardığına göre bunun en net cevabını Bakanlık’tan ayrıldıktan sonra Prof. Dr. Nabi Avcı vermiş: “Milli Eğitimin içine ettik, elli senede düzelmez!”

Milli Eğitim işi bitince devletimizin yönetim biçimini de değiştirip duyulmamış, görülmemiş bir “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” icat ederek Milli Eğitim’in başına okul patronu getirdiler. “Eğitimden anlayan biri” diye sağdan soldan ve hemen her kesimden destek alan Bakan ise kendisine bağlanan ümitleri kısa zamanda bitirmeyi nasıl boşa çıkardı ise çıkardı. Üstüne bir de salgın gelince doğrusu Milli Eğitim’de ne yapılıp edildiğini kimse anlamadı, anlayamadı.

Eğitim Sistemi meselesi -kendilerince- “kökten halledilmiş” olmalı ki şimdi sıra, derinden derine işlenen, kemiyete değil de keyfiyete dayalı değişiklikler yapılarak sayıları çoğaltılan, o da yetmiyormuş gibi köklü, oturmuş Gazi örneğinde olduğu gibi bölünüp parçalanan Üniversitelere geldi. Üstelik AKP dâhil hemen her siyasi parti YÖK’ü kaldırmayı vaat ederken şimdi bunlar “YÖK ANADOLU”yu da ortaya sürüyorlar. Velhasıl siyasilerin söylediklerine inanılmayacak ya da gittikleri yoldan gidilmeyecek!

“YÖK Anadolu Projesi” ile özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki üniversitelerin önemli bir bölümü kökleşmiş, isim yapmış üniversitelerle eşleştiriliyor. Açıkçası, düşük puanlarla doğru dürüst öğretim üyesi kadrosu olmayan düşük profilli üniversitelere girenler, okulları eşleştirildiği için diyelim ki ODTÜ, İTÜ ve Boğaziçi gibi üniversitelerde ders görebilecek, onların hocalarından faydalanabileceklerdir. Fazla söze ve yoruma ihtiyaç yok. Görünüşe ve allanıp pullanışına bakarak “iyi bir uygulama” sanılsa da bu durum aslında AKP iktidarlarının Üniversite ve Eğitim politikalarının iflasının belgesidir. Söylendiği ya da gerekçe üretilmeye çalışıldığı gibi bunun “Eğitimde fırsat eşitliği” ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Üstelik fırsat eşitsizliği yaratacağı kesindir. Çünkü:

AKP iktidarları, döneminde bütün eleştirilere rağmen “Her ile bir üniversite, bir de yetmez iki, üç üniversite” anlayışı ile altyapısı ve yeterli öğretim üyesi olmayan okullar açıldı. Doçenti, Profesörü olmayan fakülteler var. İlgisi ve alakası olmadığı halde bazı fakültelere branş ve ihtisas dışı dekanlar, bazı üniversitelere siyasi kimliği ön planda olan rektörler atandı. En az 20 Hukuk Fakültesi’nde veterinerinden ilahiyatçısına kadar hukukçu olmayan dekanlar görevlendirildi. O dekan efendiler konuya Fransız oldukları için toplantılarda, yapılacak değerlendirmelerde gülünç duruma düşmezler mi, düşmüyorlar mı? En son Türkiye’nin elle tutulur Üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki inatlaşma olacak iş değil. Üniversite de yıprandı, Rektör olarak atanan kişi de.

İşte, tam da bu satırları yazarken Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olan kişi, (herkes her yere Dekan ya da Rektör olarak atanabildiğine göre) branşını bilmiyorum ama hele de bir İlahiyatçıya yakışmayacak biçimde şu paylaşımı yapıyor: “Boğaziçili misiniz, Boğazdışılı mısınız onu bunu bilmem. Aklınızın ucundan bile geçirmeyin. Biz abdest alıp dışarı çıkmayız. Bizim zaten abdestimiz var. Bilin istedik de. Şöyle söyleyeyim: Siz hani bir ayı geçti; eylem yapıyorsunuz ya. Biz EYLEM FALAN YAPMAYIZ. BİR GECE VAKTİ İŞİ BİTİRİR ERTESİ GÜN İŞE GİDERİZ. Bilin istedim!..” (İlgili kişinin imlası bozuktu, imla düzeltmeleri yapmak zorunda kaldım)

Trakya Üniversitesi’nin bu kişi hakkında soruşturma başlattığı haberi de geldi, bakalım ne olacak? Geçelim…

Siyaset kurumu gündem değiştirip dikkatleri o tarafa çekerek bazı şeylerin konuşulmasını öteleyebilir ama öğrencilere yazık, öğretim üyelerine yazık, millete yazık. Zaten ne yapılırsa yapılsın gündemde o kadar konu var ki!

Bir arkadaşın ifade ettiği gibi bazı kişiler adeta “İşporta tezgâhı açarcasına siyasi parti kuruyor!” Bu, daha çok muhalefetin parçalanmasına yönelik olduğu için iktidarın hoşuna gidebilir ama aslında onların defosu daha çok. Çok olmasına çok da, gelin görün ki muhalefet partileri de bizim gibi seyrediyorlar, o kadar!

Bir Mahir Ünal var mesela… AK Parti’de Milletvekilliği, Bakanlık, Parti Sözcülüğü, Genel Başkan Yardımcılığı gibi üst görevlerde bulundu. Böyle bir kişinin nerede ne zaman ne söyleyeceğini bilmesi lazım değil mi? Ama yok; herhalde iktidarda olanlara atış serbest ki muhalefetten biri söylediği zaman hainlik, teröristlik damgasını vurdukları ne kadar söz ve davranış varsa daha fazlasını söylüyor, yapıyor ve bir şey olmamış gibi davranabiliyorlar. Ak Parti, son seçimler öncesi bir yandan muhalefeti HDP ile ilişkilendirme gayreti gösterirken öbür yandan terörist başına özel kurye gönderiyor, bu da yetmezmiş gibi kırmızı bültenle de aranan yüzlerce vatan evladının katledilişinden sorumlu Osman Öcalan’ı devletin TRT’sine çıkarıp konuşturuyorlardı. TRT bunu, iktidar sahiplerinin bilgisi dışında yapsa mutlaka bir yaptırımı olurdu değil mi? Olmadığına göre?

Mahir Ünal da zaten kendi sesi ve görüntüsü ile Osman Öcalan’ın TRT’ye çıkarılmasını savunduktan sonra aynen şunları söyledi: “PKK terör örgütüdür derse Karayılan da TRT’ye çıkabilir!”

Fesüphanallah demekten gayrı bir söz düşmüyor dilimizden ve bu satırları yazmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden!

Yani yeter ki en azılı cani, en azılı terörist on binlerce kişinin katlinden sorumlu olsa bile o üç kelimelik cümle ile aklanacak ve devletin yayın organında arz-ı endam edebilecek, öyle mi? Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun! Veyl ki veyl, veyl ki veyl!..

Tabii, arşivler unutmadığı için Mahir Ünal’ın, kendisine yakınan bir çiftçi vatandaşımızı cep telefonu ve internet paketi üzerinden alay konusu ettiği görüntüler de ortaya çıkıverdi.

Ah bu siyasetçiler ah ve dahi iktidar olanlara daha da büyük ah! Esnaf nasıl kepenk indiriyorsa çiftçilerimiz de üretimden çekiliyor. Bunun derdi ile dertlenip çare üretme zahmetine girecek yerde cebindeki cep telefonu ile alay ediliyor. Derken aklıma düştü işte; yıllar önce, Ziraat Fakültesi’nden bir Doçent arkadaşım bir proje için Konya ilimiz kadar yüzölçümüne sahip olmasına rağmen tarım ve hayvancılığa dayalı üretimle ihracatta bizi yediye katlayan Hollanda’ya gidiyor. Orada tarım alanlarını ve hayvancılık tesislerini gezdirip bilgiler veriyorlar, aile işletmelerini dolaşıyorlar. Akşam da lüks bir mekânda yemek var. Arkadaşım yemek için oturduklarında hayretler içinde kalıyor. Çünkü en son uğrayıp bilgi aldıkları aile işletmesinin mensubu olan karı – koca ve çocukları da karşı masalardan birindedirler. Arkadaşım onlara tebessüm ederek uzaktan selamlaşır ama içinden de “Bizim aile işletmelerimizin mensupları bırakın böyle bir mekâna gelip yemek yemeyi, mütevazı bir lokantaya bile gidecek imkânı bulamazlar. Acı soğan kuru ekmek ya da bir tas çorbadır sofralarında!..”

Siyaset kurumunun, siyasetçinin görevi üniversiteli gençleri kötüleyip karalamak yerine ciddiye alıp konuşmak, çiftçiye bir telefonu çok görmeden, “Neden Hollanda çiftçisi gibi refaha kavuşamıyor” diye kafa yorarak çare üretmektir. Hele de iktidar partisinin bir mensubu ise siyasetçinin görevi, “Kuru ekmek yiyoruz” diyen esnafı adeta küfür edercesine “Kuru ekmek yiyorsan aç değilsin” saçmalığı ile aşağılamak değil, derdine derman olacak çalışmaları yapmaktır. Bilmem anlatabildim mi?