“Yeni Cumhurbaşkanı, Türk Milleti’nin temel değerlerine ve inançlarına saygılı olmalı, ortak duygu ve düşüncelerini paylaşmalı, milli ülkü ve hedefler etrafında birleşmesini istemelidir.  Sağ – sol dengelemesi konusunda siyasetin kaçınılmaz sayacağı icaplarını elbette yerine getirmeli fakat gerçek tehlikenin nereden geldiğini hem kendisi bilmeli hem de başkalarına öğretmelidir.

 Yeni Cumhurbaşkanı, iç siyaset çekişmelerinin küçük hesaplarına karışanlar arasından seçilmemelidir. Geçmiş yıllardaki denemeler sonunda; “İktidar adayı” sayılan siyasetçilerden pek çoğunun, memleketin yüksek menfaatlerinden önce şahıslarını ve partilerini savunmaya çalıştıkları ortaya çıkmıştır. Sivil iktidarlar, partizanlığın cazibesine dalıp milleti unutmaktan kaçınamayınca, dönüşsüz bir yola girmeye başladıklarını hatırlatacak üstün bir şuura her zaman ihtiyaç duyacaklardır.

  Nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni seçilecek Başkanı, her şeyi Türk’e göre değerlendiren bir beyin ve gönül yapısına sahip bulunmalıdır.” (Devlet Dergisi, 26 Şubat 1973)

thumbnail_20221204_150150

 Yazımızın başına koyduğumuz resimden de anlaşılacağı üzere Türk Milliyetçileri 1973’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde görüşlerini böyle açıklamışlar, o yıllarda milliyetçilerin yegâne haber ve yorum dergisi olan Devlet Dergisi de bu görüşü Başyazı olarak manşete taşımıştı.

 Şimdi yine Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesindeyiz. Artık “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” diye bir acayip uygulamanın içindeyiz. 1973 yılında açıklanan bu görüşe göre değerlendirip “Yeni Cumhurbaşkanı, iç siyaset çekişmelerinin küçük hesaplarına karışanlar arasından seçilmemelidir” cümlesini düşünecek olursak yandık demektir. Çünkü, bu sistem “Partili Cumhurbaşkanı’nın tam da “iç siyaset çekişmelerinin” ortasında bulunmasını gerektiriyor! “İktidar adayı sayılan siyasetçilerden pek çoğunun, memleketin yüksek menfaatlerinden önce şahıslarını ve partilerini savunmaya çalıştıkları ortaya çıkmıştır” deniyor mesela. Bu tehlikeyi şimdi daha da katlanmış ve katmerlenmiş olarak yaşamıyor muyuz? Ayrıca, Sivil iktidarlar, partizanlığın cazibesine dalıp milleti unutmaktan kaçınamayınca, dönüşsüz bir yola girmeye başladıklarını hatırlatacak üstün bir şuura her zaman ihtiyaç duyacaklardır” deniyor. Gelin görün ki, şimdiki sistemde Cumhurbaşkanı hem de resmen bir siyasi partinin Genel Başkanı olduğuna, bütün Bakanlar ve bürokrasi kademeleri nerede ise doğrudan ona bağlı bulunduğuna, o bir kişinin talimatı olmadan hemen hiçbir iş yapılamadığına ve dahi gerektiği zaman “ihtiyaç duyulacak üstün bir şuur” bulunmadığına göre ne yapacak, nereye gidecek ve bu sarmaldan nasıl kurtulacağız?

 Şimdiki sistemde Türkiye Büyük Millet Meclisi ve haliyle 600 Milletvekilinin hemen hiçbir etkisi ve denetim gücü yok gibidir. Haliyle Milletvekili sayısı ve onlara tanınan olağanüstü imkanlar çoktan beri tartışılmaktadır. Oysa Parlamenter Sistem’in kendi içinde denetim mekanizmaları vardır. Başbakan öncelikle kendi grubunun, sonra da muhalefet partilerinin denetimi altında olduğunu daima hisseder. Soru önergeleri verilir ve onlara cevap verme mecburiyeti vardır. Demokrasilerin üç vazgeçilmezi olan Yasa yapıcı olan Yasama, ülkenin yönetilmesini sağlayıcı olan Yürütme ve kuralların uygulayıcısı olan Yargı organları da bu sistemde tek bir merkezin işaretine bakmakta olduğu için denetim mekanizması kalmamış durumdadır. Düşünce, söz ve ifade hürriyetleri bile kolayca kısıtlanabilmektedir.

Hükümet, Meclis, Denetim, Hürriyet gibi konuların daha iyi anlaşılabilmesi için Rahmetli Galip Erdem Ağabey’in 29 Mart 1963 tarihli Yeni İstanbul Gazetesi’nde yayınlanan “Uyumanın Zamanı Değil” başlıklı yazısında aktardığı fıkrayı buraya alıyorum:

“İlkokulun birinci sınıfındaki cin gibi bir çocuk babasına sormuş: 

-Babacığım, Hükümet ne demektir?

Adamcağız, çocuğun anlayabileceği bir benzetme ile cevap vermek istemiş:

-Hükümet tıpkı annen gibidir. Bizi idare eder. Acıktığımız vakit yemeğimizi hazırlar.  Evimizin eksiklerini tamamlar. Yazın sıcağından, kışın soğuğundan korunmamız için münasip elbiseler giydirir. İhtiyaçlarımızı tespit eder. Rahat ve huzur içinde yaşamamızı sağlar. Hastalandığımız zaman bize bakar, ilacımızı içirir.

-Peki, Meclis ne demektir?

-Meclis de bana benzer.  Annen seni dövdüğü zaman bana şikâyet ettiğin gibi hükümetten memnun olmadığımız zaman da Meclis’e şikâyet ederiz. Annen evine bakmayınca, işini yapmayınca, vazifesini ben hatırlatırım. Hükümet işini yapmazsa, milletin huzuru bozulursa, Meclis harekete geçer, hükümeti yola getirir.

-Anladım babacığım, anladım. Ya Hürriyet ne demektir?

-Hürriyet meselesi biraz karışıktır oğlum. Onu da küçük kardeşine benzetebilirsin. Canının istediğini yapar ne zaman çıkacağı ne zaman ağlayacağı hiç belli olmaz. Hürriyet fazla yaramazlık ederse Meclis Hükümetin de kulağını çeker, Hürriyet’i uslandırır.”

Gece olmuş, ev halkı yatmış. İki kardeş bir yatakta. Gece yarısına doğru büyük oğlan uyanıverir. Müthiş bir koku burnunun direğini nerede ise kıracak. Bakar ki kardeşinin altı berbat. Hemen kalkar, babasının yanına gider, avazı çıktığı kadar bağırır:

-Hey Meclis! Uyan!.. Çabuk uyan, uyumanın sırası değil. Hürriyet altına etti, her taraf kokuyor. Tez hükümete haber ver de temizlesin!”

İşte böyle… Uyumanın zamanı değil ve yeni bir Cumhurbaşkanı seçimine doğru giderken hürriyetimizi düşünmeli, demokrasimizi güçlendirebilmek için Meclisi, Hükümeti ve daha bir üst akıl olarak Cumhurbaşkanı’nı seçme konusunda titiz davranmalı, Türk Milliyetçilerinin ta 1970’li yıllarda gündeme getirdikleri ölçülere kulak vererek hareket etmeliyiz.

Son söz, Türk Milliyetçilerinin 1973 yılında “Yeni Cumhurbaşkanı Nasıl Olmalıdır” başlığı altında yayınladıkları görüşlerinin son cümlesi olsun:

“Nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni seçilecek Başkanı, her şeyi Türk’e göre değerlendiren bir beyin ve gönül yapısına sahip bulunmalıdır.”