Yazıya başlarken peşinen belirtmem gereken hususlar var ki yazının sonunda yanlış algılara ve intibalara meydan vermeyim. Öncelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İ.T.C.) ve 2. Abdülhamid Han çekişmesine ihanet ve vatanperverlik penceresinden bakmak oldukça hatalı bir yaklaşım olur. Bu hatalı perspektifin bugüne değin süregelen cahilane propagandalara alet olmaktan başka bir fayda sağlamayacağını da belirtmeliyim. Bu mesele biraz da zamanın ruhuyla ilgili bir konudur. Nasıl ki Abdülhamid Han’ın uluslararası dengeler sebebiyle Mısır ve Kıbrıs’ta İngilizler’in egemenliğini kabul etmesine ihanet demiyorsak; meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi isteyen İ.T.C.’yi de vatan hainliği ile suçlayamayız İ.T.C’nin bu ülkeye sağladığı kazanımları bugün Türkiye’nin doğusuna gittikçe çok daha net anlamaktayız. Birtakım ideolojik ve yönetimsel çatışmaya giren bu iki güç odağı, ülke idaresi için belki günümüzde bir çoğumuzun olmasaymış iyiymiş diyeceği bir iktidar çatışmasına girişmişti. Bu minvalde ne Abdülhamid Han’ı ne de İ.T.C.’yi ihanetle suçlamak objektif ve verimli bir söylem olmaz. Bizce bu mesele Timur-Bayezid veya İsmail-Yavuz atalarımızın iktidar mücadelesinden farksızdır.

Tüm dünyada bilhassa garp medeniyetinde ortaya çıkan ulusçuluk her ne kadar etnisite temelli olsa da bizim memleketimizde Fransız Devriminden 8-9 yıl sonra iktidar koltuğuna oturan 2. Mahmud’un “Ben tebaamı sadece camide, havrada ve kilisede ayırt ederim” sözünden de anlaşılacağı üzere din ve etnisite tabanlı zemin bulmamıştır. Osmanlı Ulusu Düşüncesi, süreç içerisinde evrilerek Türk Ulusu formuna bürünmüştür. Bir bakıma siyasal erk anlamında 2. Mahmud ile başlayan ulusçuluk düşüncesi süreci Gazi Mustafa Kemal Paşa’yla beraber tabanda da karşılık bulmuş ve pratikte de işlerliğini kazanmıştır. Bu çerçevede incelersek 2. Abdülhamid Han’ın yeni alfabe çalışmalarını da daha rahat konumlandırabiliriz. Dönemin ruhunu küresel çapta irdelediğimizde aslında Türk Milliyetçiliği dünyada hareketlenen en son milliyetçiliklerden biridir. Zira bu tepkisel fikir hareketinin bu aşamaya gelmesine kadar birçok farklı fikir ve ideoloji hareketi denenmiş ve süreç içerisinde olgunlaşarak bu sonuca ulaşılmıştır.

Yaşanan ulusçuluk sürecinde her ulus kendi devletini kurmayı ve kendi kendini yönetmeyi arzu etmiş ve bu arzusunda da her ulus kendince haklılığını kanıtlamıştır. Yine bu süreçte Ermenilerin ayrı bir devlet kurarak kendi hallerince yaşamalarını yine ilk olarak biz Türkler savunmuştuk. Her ne kadar kabul ettiğimiz Ermenistan toprakları şu anki gibi milli güvenliğimizi tehdit edercesine bu denli güneye inmemiş olsa da.. Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu Yahudilerin de yurt edinmelerini desteklediğini belirtmiş ve toprak verebileceğini de ifade etmiştir. Fakat devletimiz, Yahudilerin sadece birkaç yüz yıl krallık kurduğu Kudüs civarını değil, Osmanlı İmparatorluğuna milli açıdan risk oluşturmayacak başka toprakları teklif etmiştir. Fakat Yahudi ırkının binlerce yıllık hayallerinin başkenti Kudüs’tü. Halbuki, neredeyse 3200 yıl önce Kudüs’te kurdukları İsrail Krallığı da birkaç yüz yıldan fazla sürmemiş ve o bölgenin çoğunluk halkını da oluşturdukları söylenemezdi.

Türk hakimiyetine girene dek Kudüs bölgesi Müslüman Arapların ve Hristiyan Haçlıların kontrolünde olmuş ve Yahudiler de Yavuz’un Mısır’ı fethiyle birlikte dünyanın çeşitli bölgelerinde gördükleri baskıdan kaçıp gelerek Filistin bölgesine yerleşmeye başlamışlardı. Avrupa’da başlayan milliyetçilik fikriyle de bu bölgede bir devlet kurma fikri filizlenmiş ve git gide bu fikri benimsemişlerdi. Bu uğurda dünyadaki Yahudi önderleriyle dirsek temaslarına başlayan Theodore Herzl, 1896’da da İstanbul’a gelerek 2. Abdülhamid Han ile görüşmek istemiş fakat bunda başarılı olamamıştır. Abdülhamid Han ile de arkadaş olan Polonyalı bir arkadaşını görüşmeye aracı kılmış ve tekliflerini ancak onun aracılığı ile iletebilmiştir. Bu teklifin mahiyeti ne idi diye soracak olursak bunlar; Padişahın Avrupa basınında propagandasının yapılması yani Avrupa’da medya desteği ve Avrupa’ya olan borçların silinmesi karşılığında Filistin’e Yahudi göçlerinin açılması ve Filistin’de muhtar bir Yahudi yönetiminin oluşturulması idi. Sultan Abdülhamid buna Türk töresinde toprak satmanın olmadığını zira bu toprakların milletin malı olduğunu ve kanlarla sulanarak bereketli kılındığını söyleyerek bu teklifi reddetmiş ve Theodore Herzl’i de daha fazla ileri gitmemesi konusunda uyarmıştır. Herzl de Viyana’ya dönerek; 1897’de toplanacak ve alınacak kararlar arasında Filistin’in bir Yahudi yurdu yapılması kararlarının da olacağı Dünya Siyonist Kongresi’nin çalışmalarına başladı.

1897 yılında Osmanlı hariciye Nezaretine gelen bir raporda Kudüs’te planlanan Yahudi bölgesi için dünyadaki Yahudiler tarafından ciddi paralar toplandığı hatta giden göçlerle Kudüs’ün de şimdiden bir Yahudi yerleşimi görünümüne büründüğü ifade ediliyor. Abdülhamid Han’ın 1883’de çıkarttığı Yahudilerin Filistin’e göçünün yasaklanması ve Yahudilere toprak satışının yasaklanması irâde-i seniyye kararına rağmen Yahudiler hızla Filistin’e yerleşmeye devam etmekteydiler. Abdülhamid Han kendi özel hazinesinden paralarla Filistin’de toprak satın alma suretiyle Yahudilerin toprak satın almasının önüne geçmeye çalışmasına rağmen başarılı olamıyordu. 1891 yılında alınan bir kararla hiçbir Yahudi’nin Osmanlı vatandaşlığına alınmayacağı ve hiçbir Osmanlı toprağına yerleştirilmeyeceğinin açıklanmasının akabinde Filistin başta olmak üzere hiçbir Osmanlı toprağının Yahudilere satılmayacağını açıklamıştı. Tabi toprak alanlar sadece Siyonistler değildi. Son günlerini ibadetle geçirmek isteyen bazı Museviler de toprak almaktaydı. Hatta 1893 yılına kadar yasağa rağmen bunların tapuları devlet tarafından verilmeye devam edilmiştir. Bütün bu engellemelere rağmen Yahudiler çeşitli yollar denemiş İngiltere, Avusturya ve Almanya’ya giderek vatandaşlık almış ve o ülkelerin vatandaşlığıyla Filistin’e sızmaya devam etmişlerdir. 1898’de Osmanlı, bu göçlerin önüne geçmek için milliyet ayrımı yapmaksızın bütün Musevilerin Filistin’e girişini yasaklamıştır. 1900’de ziyaret amaçlı gelenlere özel belge verilerek 30 günlük vize şartı koyulmuş bu süre sonunda sınır dışı edileceklerini belirtmiştir.

Ne yaptılarsa hep bir engelle karşılaşan Yahudiler, Abdülhamid Han’a siyasi muhalif olanların içlerine sızmaya başladılar. Bunların da en önemlisi dönemin en önemli kültür merkezi Avrupa’da etkin olan Jön Türkler idi. Hatta Abdülhamid’e kendisini devireceklerini söyleyerek uyaran ve bir dönem Abdülhamid ile arası iyi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki Emmanuel Carasso’yu bile kendi yanlarına çekmişlerdi. Carasso 1901’de Siyonist bir heyet ile Rusya’da zulüm gören Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerine müsaade etmesi karşılığında dönemin parasıyla padişaha 20 milyon teklif etmiş ve Abdülhamid buna kızarak heyeti kovmuştur. Herzl İstanbul’a ikinci gelişinde İzzet Paşa ile görüşmüş ve bu görüşmede Abdülhamid Han’ın Osmanlı borçlarının ödenmesi karşılığında Yahudilere Osmanlı vatandaşlığına geçmeleri şartıyla Filistin dışında bir yurt verilmesi teklifiyle karşılaşmıştır. Fakat Herzl, Filistin dışında bir yer istemediklerini söyleyerek bu teklifi reddetmiştir.

Umutlarını iyice yitiren Siyonistler; İngilizlerin 1903’de, sömürgeleri olan Uganda’yı Yahudilere yurt olarak verme teklifini kabul etmişlerdir. Fakat bir grup Siyonist 1905’te bu teklifi reddetmişler ve Filistin’e yerleşme fikrine bağlılıklarını yinelemişlerdir.

Bu sırada Siyonistler hızla şirketleşerek şirketler vasıtasıyla Osmanlı topraklarına girmişlerdir. Şirket adına toprak satın almalarının anlaşılması üzerine Suriye, Beyrut ve Kudüs’e şirketlerin girişi ve bu bölgelerde şirketlerin kurulması yasaklandı. Bu sefer de Yahudiler, Fransa vb. gibi başka milletten insanlara Filistin’de toprak aldırmış ve orada gayri resmi iskana başlamışlardı. Son tahlilde Abdülhamid’in bütün çabalarına rağmen bir türlü çözülemeyen ve gün geçtikçe de büyüyen bir sorunla yani devleti olmayan bir toplulukla baş edememe sorunuyla karşı karşıyaydı devlet. Bir bakıma da aslında kendi topraklarını yönetememe sorunuyla karşı karşıyaydı. 1876’da tahta çıkan Abdülhamid Han, tahtan indirilene kadarki süreçte Filistin’deki Yahudi Nüfusunun kendi iktidarında 3 kat arttığına, 33 Yahudi merkezinin kurulduğuna, Siyonistler tarafından 40.000 dönüm toprak satın alındığına ve sayılarının 80.000’e ulaştığına şahit olacaktı.

Meşrutiyetin ilanıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti İktidarı bütün yasakları kaldırmış, neticesinde Filistin’e Yahudi göçünün önünde engel kalmamıştı. Osmanlı parlamentosundaki Arap vekiller, Yahudilerin Filistin’e göçlerinin engellenmesi için çalışıyorlar, Yahudi vekiller ise Osmanlı’dan ayrı bir idare düşünmediklerini beyan ediyorlardı.

Çok geçmemişti ki İ.T.C. de Yahudilerin hareketlerini devlet kurmaya yönelik faaliyetler olarak nitelemiş ve Abdülhamid Han’ın bütün yasaklarını geri getirmişlerdi. Toplanan İ.T.C kabinesi Filistin’e yerleşen Musevilerin yabancı uyruklu olduklarını belirtmiş ve tüm F1ilistin’de yabancılara toprak satışını yasaklamıştır. Bu kararda, Filistin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin göçlerin durdurulması yönündeki raporu da etkili olmuştur. Yahudiler İttihat ve Terakki yönetiminin de kendilerine karşı olduklarını görünce yine şirketleşme yoluna gitmişler fakat İ.T.C bunun da önüne geçerek müsaade etmemiştir. Musevilere toprak satışlarının yasaklanması kanunlaşana bütün yabancılara toprak satışları durdurulmuştur. Çıkan kanunla Osmanlı vatandaşı Musevilere de toprak satışı yasaklanmıştır. Theodore Herzl’in ölümünden sonra Dünya Siyonistler Teşkilatı Başkanlığı’na getirilen David Wolffson da defaatle İstanbul’a İ.T.C. ile görüşmeye gelmiş fakat başarısız olmuştur. İ.T.C, Siyonistlerin Filistin’e yerleşmelerine izin verilmeyeceğini kesin bir dille belirtmiştir. Artık Yahudiler, Abdülhamid karşıtlığı yüzünden içlerine girdikleri Jön Türkler’in yönetimine de düşman olmuşlardı. Artık Theodore Herzl’in de söylediği gibi tek çare devletin dağılmasını beklemekti. Ve bu süreci de hızlandırmak için yeni girişimlere başlayacaklardı.

Almanya’da yaşayan bir Rus vatandaşı olan Siyonist Cemiyetin baş katibi Nahum Sokolow ve iki özel görevli Türkiye’ye gelerek medya, dernekleşme ve propaganda faaliyetlerinde bulunmuş, bu faaliyetleri de yakından takip eden istihbarat, raporlarında belirtmiştir. Bu sırada İ.T.C. de bütün çabalarına rağmen Filistin’e Yahudi girişini engelleyemiyordu. Kudüs’ün üç dinde de kutsal olması büyük devletlerin ilgisini daha da artırıyordu. Bazı Avrupalı devletler Yahudilerin hamisi gibi davranıyor ve Osmanlı iç işlerine karışmaya başlıyorlardı. Artık Yahudiler de kolonileşiyor ve örgütlü hareket ediyorlardı. Hatta Tel Aviv şehrinin temelleri de 139 hane ile bu dönemde atılacaktı. Talat Paşa hükümeti ise bir Yahudi devletine asla müsaade edilemeyeceğini fakat Filistin dışında bir yere Osmanlı vatandaşı olarak yerleşmek isteyen fakir Yahudilere kapılarının açık olduğunu belirtecekti.

Cihan Harbi’ne girilmesinin zaruriyeti karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere’ye yapılan ittifak teklifleri reddedilen Osmanlı İmparatorluğu, bu devletlerin aralarında anlaştığını, bu anlaşmada da Filistin’in savaş sonrası milletler arası bir bölge olarak planlandığını ve anlaşmanın hedefinin Osmanlı Toprakları olduğunu anlaması sonucu Alman İmparatorluğu ile beraber hareket etme kararı vermiştir. Bu süreç aynı zamanda Siyonistleri kullanmak isteyen devletlerin Yahudilerle çok daha fazla yakınlaşmasına ve çıkar ilişkilerine girmelerine neden oldu.

Almanya, kendi ülkesindeki Siyonistlere destek vererek Rusya içindeki Yahudileri kullanmayı hedeflemiş, İngiltere ise sömürgesi Hindistan’a giden yolun güvenliği için Yahudileri tampon bölge olarak kullanmak istemiş ve politikalarını Siyonistler üzerinden belirlemişti. Fransa ise bu devletlerin arasında en cürretkar olanıydı. Zira dışişleri bakanı bizzat Yahudilerin yanında olduğunu belirterek Filistin’i Yahudilere resmen ilk vadeden ülke olmuşlardı.

Savaş sırasında Cemal Paşa Filistin’deki Siyonist hareketlenmelere müsaade etmemiş hatta bazı Siyonistleri bölgeden sürmüştür. Bunun neticesinde Cemal Paşa siyonistlerce Yahudi düşmanı olarak anılacaktı.

Abdülhamid Han’dan beridir Osmanlı Ordusunda görev alan Almanlar Türklerle savaş sırasındaki ittifakın bozulmaması için, kendilerine gelen Siyonistlere Filistin’de toprak için söz vermemişlerdir. Fakat Yahudileri de her alanda koruyup kollamayı ihmal etmemişlerdir. İngiltere de bu arada Osmanlı’yı mağlup edebilmek için Osmanlı toprağı olan Filistin’i hem Şerif Hüseyin gibi Arap milliyetçilerine hem de Yahudi Milliyetçileri olan Siyonistlere vaat ediyordu. Balfour Deklarasyonu ile resmen ve alenen, Osmanlı toprağı olan Filistin, Yahudilere verileceği açıklanmıştı. Kandırılan Arap milliyetçileri cılız bir şekilde itiraz etseler de İngiltere, Araplarla Yahudileri anlaştırmış ve Arap milliyetçileri Yahudilerin yerleşmelerine göz yummuşlardı. Alman general Falkenhayn da İngilizlerin Kudüs’ü işgal etmelerine göz yummuş, Kudüs’ün savunulmasına gereken önemi vermemiştir. Bunu Kudüs Savunma Kolordusunun Komutanı Ali Fuat Cebesoy Paşanın Cemal Paşa’ya verdiği bilgiden anlıyoruz. Bir açıdan Almanlar da Kudüs konusunda Haçlı emellerine hizmet etmişlerdir.

İngilizlerle kol kola Filistin’i ele geçiren Yahudiler 750 katır, 500 asker ve 20 subayla Çanakkale’de Türklere karşı savaşmıştır. Hatta daha sonra 5.000 kişilik bir Yahudi lejyonu kurulmuş, bu lejyon Filistin’in işgali sırasında bir çok görev alarak Orta Doğu’daki Türk askerlerine karşı savaşmıştır. Yahudiler bu lejyona çok önem veriyorlardı çünkü Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletinin ordusunun temelini teşkil edecekti bu ordu.

Osmanlının mağlubiyeti ve bölgeden çekilmesi üzerine Faysal; 1919’da imzaladığı anlaşma neticesinde Mekke, Bağdat ve Şam’ı içine alan büyük Arap İmparatorluğu kurulması karşılığında Filistin’i Yahudilere bırakmıştır. Fakat bu Arap milliyetçisi İsyancılar yine kandırılacak ve büyük Arap İmparatorluğu yerine paramparça edilen Arap coğrafyası onlara pay edilecekti.

Kaderin bir cilvesi midir bilinmez, Arap milliyetçileri sadece kendi devletlerini kurmak için isyan etmemiş, aynı zamanda amca çocukları Yahudilerin kurduğu devletin altına imzalarını atmışlardı. Yani Araplar, İsrail Devletinin kurulmasına zemin hazırlayan en önemli aktörlerden biri olmuşlardır. Bu konuyla ilgili Prof. Dr. Ömer Osman Umar hocanın “Osmanlı Döneminde Yahudilerin Filistin’e Yerleşme Faaliyetleri” adlı makalesi bu süreci çok güzel bir şekilde özetlemekte.