Yaygın kanaate göre nasıl ki Türkiye’de “herkes şairdir” ve herkes futboldan anlar görünüp ahkâm keserse, artık milletimiz için yeni bir “uzmanlık” alanı oluşmuş durumda: Ekonomi!

Ben de haliyle yaşını başını almış bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kırk yıldan fazla devlet hizmetinde bulunmuşluğum, şoför oğlu ve bir evin bir oğlu olmam hasebiyle daha yedi yaşında başlayarak çarşı Pazar alışverişleri yapmışlığım, kaç iktidar, kaç ihtilal, kaç muhtıra, kaç darbe ya da teşebbüsü görmüşlüğüm var. Kısacası tecrübe sahibiyim ve sürekli basın kartı sahibi olarak gazeteci kimliğim bile var. Ömrümün yetmişinci basamağına iki – üç adım kala “ekonomistcesine” fikir beyan etmemde mahzur yoktur sanırım.

Fahiş faiz artışlarına rağmen frenlenemeyen döviz artışları, iğneden ipliğe gelen zamlar, işçi çıkarmalar, ithalat ihracat dengesinin bir tülü tutturulamamasının yanında en çok gurur duyduğumuz tarım ve hayvancılık ürünlerimizin bile ithal edilir olduğu bir ortamda birkaç gün önce enflasyon rakamları açıklandı. Her açıklandığında tartışma konusu olan resmi rakamlara göre tüketici enflasyonu yüzde yirmi beş imiş.

Emekli olduktan sonra artık piyasada da dolaştığım, konu komşu ile daha sık görüşüp konuştuğum için ortalıkta kaynayan kazanları görüyor, fokurtularını duyuyorum. Doğrusu, açıklanan rakamlar kimseye inandırıcı gelmiyor. Birkaç örnek verecek olursak:

Geçimini Ankara’nın kıyıcığında adaklık kurban keserek sağlayan bir vatandaş, “750 liraya aldığım yemi şimdi 1350 liraya alıyorum” diyorsa,

Cam balkon işleri yapan esnaf, “3900 liraya yapıp teslim ettiğim cam balkonun maliyeti 6500 lirayı geçti. O yüzden aynı apartmanda aldığım işi yapamadım” diyorsa,

Ankara’da mobilyacılığın kalbi olan Siteler esnafından biri yalnızca bir örnek verip ağırlıklı olarak kullandıkları Alman malı bir tutkal fiyatının üç misline yakın arttığını söyleyip “işlerin durma noktasına geldiğini” söylüyorsa,

Daha sezon bitmeden ve hatta her ilin yakın çevresinde yapılan sonbahar hasatları ile daha ucuz olması gerekirken domates, biber, salatalık gibi ürünlerin kilosu yedi – sekiz liralara çıkmışsa,

Marketlerde 11 – 12 liraya aldığımız bir koli tuvalet kâğıdı markasına göre bir anda 18 – 20 ve hatta 32 liraya çıkmış ise,

Tıbbi yardım alıp tedavi gördüğümüz hastanelerde rapor yazacak, hatta randevu fişi verecek kâğıt bulunmuyorsa, sargı bezi, dikiş ipi sıkıntısı baş göstermiş ise,

Yumurta, et, süt, un gibi zaruri gıda maddelerine fahiş zamlar yapılmışsa, açıklanan enflasyon rakamına kimse inanmaz. Çünkü insan duyduğunu değil görüp yaşadığını ya da başına geleni bilir.

Aslında daha bitmedi tabii… Kış arifesinde elektrik ve doğalgaza üç ayda toplam yüzde 30’a varan zam yapılmışsa ve bütün bunlara rağmen mesela Ankara’da fırıncıların yapmak zorunda olduklarını açıkladıkları zam devletçe kaldırılıyorsa bir yerlerde bir değil pek çok yanlış var demektir. Çünkü devlet, vatandaştan önce kendisi tedbirli ve dikkatli olmak zorundadır. Şöyle ki:

Bütün açıklamalara rağmen devlet kurumları hâlâ kendi lüks ve israflarından vazgeçmemiş görünüyor. Makam odaları ve otomobilleri saltanatı devam ediyor. Falan valinin özel döşettiği limuzin misali arabası, bir başkasının sarayları gölgede bırakacak makam odası, bir belediye başkanının kendi makam arabası varken fahiş fiyatla kiraladığı lüks otomobili oğluna tahsis ettiği, hâlâ dünyanın en çok makam aracına sahip ülkesi durumunda oluşumuz kimsenin gözünden kaçmıyor.

Sayıştay’ın, yani devlet kurumunun açıkladığı rakamlara göre Cumhurbaşkanlığı günde 1,8, ayda 54, yılda ise 654 milyon TL’den fazla harcama yapıyormuş. “Baş Danışman” sıfatı ile orada bulunanlar ve diğerlerine ait aylık personel gideri 9,8 milyon, muhtarlara verilen ziyafetlerin de içinde olduğu temsil giderleri 36 milyonun üzerinde imiş. Oradaki “Baş Danışmanlar”dan bazıları –ki en azından ikisini biliyorum- TRT Radyo ve TV’larına altlarında özel şoförlü lüks makam araçları ile gelip katıldıkları programlar için başka konuk ya da programcılara ödenenden fazla para alıyorlar. Bu doğru değildir. Kaldı ki, ekstra para aldıkları bir işe milletin vergilerinden alınan makam araçları ile gelmelerinin zaten hiçbir kitapta yeri yoktur.

42 yıl devlet hizmetinde bulunmuş biri olarak bu “Müşavir”, “Danışman”, hatta “Uzman” kadrolarına hep şüphe ile bakmışımdır. İsimleri gerçekten güzel ve havalıdır. Hele de önüne bir “baş” kelimesi konduruldu mu havasından geçilmez. Bu kadrolar zamanında iyi niyetlerle de kurulmuş olabilir ama Türkiye’de daha çok hatır gönül kadrolarına ve “kızak” tabir edilen boşa çıkarma uygulamasına dönüşmüştür. Daha önce de bir yazımda bahsetmiştim; Bakanlıklarda “Has”, “Hoş” ve “Boş”tabir edilen üç tür müşavir ya da danışman vardır. Has olanlar ilgili Bakan ya da Genel Müdürün yakın adamlarıdırlar. Her zaman olmasa da zaman zaman görüşlerine başvurulur, rapor istenebilir. “Hoş” olanlar daha çok geyik muhabbeti yapmak için çağırılan kişilerdir. “Boş” olanlar da anlaşılacağı üzere bankamatik memurları gibidirler.

Devlet kurumlarında adı öylesine havalı ama işlevleri olmayan daha üst görünümlü kadrolar da vardır. Her ne hikmetse bu kadroların adı arada bir değiştirilir ama o kadrolara gelenlerin kaderleri ve o kadroların işlevleri değişmez. Bir zamanlar APK(Araştırma, Planlama ve Koordinasyon) Daireleri ve haliyle bu dairelerin uzmanları vardı. Adları havalı idi ama uygulamada kızak yeri olarak kullanıldığı için Türkçemizin bir cilvesi olarak gerçekten de Araştırmazlar, Planlamazlar ve Koordine etmezlerdi. Daha doğrusu yönetim onlara danışmaz, kendi bildiğini okurdu.

Yıllar önce herhalde bu kadronun miadını doldurduğunu ya da sulandırıldığını düşünmüş olacaklar ki kaldırdılar ve yerine İAK(İnceleme Araştırma Kurulu) diye sözde yeni bir kurul oluşturdular. O da incelemiyor ve araştırmıyordu!

İAK, APK kadar uzun ömürlü olmadı ve devlet kurumlarında bu defa daha havalı bir isimle yeni daireler oluşturuldu: SGD(Strateji Geliştirme Dairesi). Laf aramızda, TRT’deki son birkaç yılımı ben de “Strateji Geliştirme Uzmanı” olarak geçirmiştim ve görseniz, havamızdan geçilmiyordu! Düşünebiliyor musunuz; kurumun amaçları doğrultusunda görev yapıp üretime, eğitime, yayına katkı verirken bir anda “strateji geliştireceğiz” diye havaya giriyorsunuz ama geliştir/til/miyorsunuz! Onun içindir ki ben, “Araştır-MA, Planla-MA, İncele-ME, Geliştir-ME” isimlerinin, Türkçenin cilvesinden faydalanılarak bu kurumlara özellikle verildiği kanaatindeyim!

Velhasıl kelam devlet kendi israfını önler, lüks ve şatafatından vazgeçer, makam araçlarının en az yarısını tasfiye dip araç kiralama işinden vazgeçer ve yine fahiş fiyatla kiralanan binalardan çıkarsa pek çok şey düzelir. Bizler piyasanın içinde olduğumuz için durumu çok iyi görüyoruz. Bakanların ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın ortalığı yatıştırmak için sarf ettikleri “Kriz yok, düzeldi, düzeliyor, atlattık, anlatıyoruz vb” sözleri iyi niyetle ve morallerin bozulmaması için söylenmiştir ve bu bir bakıma da görevleridir. Köln’de yapılan cami açılışı sırasında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Kur’an-ı Kerim tilaveti de insanları duygulandırmış olabilir. Benzetmek gibi olmasın ama memleketimdeki rahmetli Kalender Emmi’nin, ölüm döşeğindeki hastanın başında adet üzere okunan Kur’an-ı Kerim’den kinaye olarak böyle durumlar için ibretlik bir sözü vardı: “Hoca, güzel güzel okuyorsun da babam ruhunu teslim ediyor!”

Hamasete, duygulara hitap etmeye değil, gerçeklerle yüzleşmeye ihtiyacımız var. “Yapacağız, edeceğiz” deyip durmaktansa gerekli ve köklü tedbirlerin bir an önce alınması gerekiyor. Zaten Kur’an-ı Kerim de Cenab-ı Allah tarafından yanık yanık okuyup ağlaşmamız için değil, “Akledip düşünmemiz, ibret ve öğüt alıp” uygulamamız için gönderilmiştir. Benim“ekonomistliğim” de bu kadar işte. Bilmem tercüman olabildim mi?