Bir önceki yazımızda kader, kadercilik, mütevekkil ve “müteekkil” olma üzerinde durmuş, sözü şöyle bitirmiştik: “Kadere inananlar Allah’a, kaderciliğe inananlar ise tarikat, cemaat ve siyaset efendilerine kul olurlar!”

O yazı tam yerine ve gününe rastladığı için olsa gerek umduğumdan çok ilgi gördü. Onun içi konunun üzerinde biraz daha durma ihtiyacı duydum. Çünkü Kadere İman etmekle “Kadercilik" arasındaki farkın kesinlikle ayırt edilmesi gerekiyor.

“Şüphesiz biz her şeyi şaşmaz bir ölçüye/kadere göre yarattık.” (Kamer Suresi, Ayet 49) 

Allah’a inanan kişiler olarak buna hiçbir itirazımız olamaz. Yaratılanların bir kaderi vardır ve onu yaşayacaklardır. Ancak geçen yazımızda yine Allah kelamına dayanarak izah etmeye çalıştığımız gibi uğradığımız/uğrayacağımız musibetler, felaketler kendi hatalarımızdan ya da sorumluluk mevkiinde olanların yanlış, taraflı, hukuksuz ve liyakatsiz uygulamalarından kaynaklanmaktadır ki Allah’ın buyruğu açıktır: “Başınıza gelen herhangi bir musibet/felaket, afat kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir!” (Şura Suresi, Ayet 30)    

 “Eşref-i mahlukat/Yaratılanların en şereflisi” olarak bizleri akılla, fikirle, düşünüp “akletme” yeteneği ile donatan Allah’a karşı sorumluluklarımız da işte burada başlıyor. Öncelikle O’na şükretmemiz, bize bahşedilen iyiyi kötüyü ayırt etme yeteneğimizle başımıza gelen felaketleri önlememiz ya da onlardan ders alarak gelecekte olabileceklere karşı tedbir almamız gerekmez mi?

“Din görevlisi” olarak adlandırılan hocaların, birtakım tarikat ve cemaat efendilerinin ve siyasi erk sahiplerinin herhangi bir felaket karşısında mağdur durumdaki acılı insanlara hemen kaderden, kader planından bahsetmeleri aslında sorumluluktan kaçmanın en kolay yoludur. İnanan insanların yumuşak karnı ya da can alıcı noktalarını çok iyi bildikleri için hemen kader ya da “işin fıtratı”ndan söz ediverirler. Ateş düştüğü yeri yaksa da insanların bu sözlerden teskin oldukları, teselli buldukları bir gerçektir. Çünkü öyle inandırılmışlar, öyle yönlendirilmişlerdir.

Elbette yaşanacak bir kader vardır ama o kadere giden yolu kendimiz seçmişsek durum değişir. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de 49 – 50 yerde akıldan, aklımızı kullanmaktan söz edilmekte, 80’den fazla yerde de  düşünmeden söz edilmekte, defalarca “Düşünmez misiniz”, “İbret almaz mısınız”, “Öğüt almaz mısınız” diye adeta kafamıza kafamıza vurulmaktadır.

Buna rağmen okuyup araştırmayan, dini inanışlarını, yaşayışlarını tamamen başkalarının yönlendirmesi ve aileden gelen geleneklere göre şekillendiren insanlar kader inancından çok kaderci bir anlayışa sürüklenmekte, gerçeklerden tamamen uzaklaşmaktadırlar. 

İnsanların bu zayıf noktalarını istismar eden bazı din görevlileri, tarikat ve cemaat efendileri ile elbette siyasi erk sahiplerinin veballeri büyüktür. Onlar insanları kader inancından koparıp kaderciliğe iterek uğranılan felaketlerin sorumluluğunu Allah’a yüklemelerinin cezasını elbette çekeceklerdir. Ancak “Aklını kullanmayan”, “Düşünmeyen”, “Öğüt ve ibret almayan” insanlar da o felaketlerin yolunu kendileri açtıkları için bu sorumluluktan kaçamayacaklardır. İşte ayet:

“(Kıyamet Günü) İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıktıklarında zayıf görüşlü olanlar/başkalarının yönlendirmesine uyanlar, kendilerine uymak zorunda kaldıkları o büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: ‘Bizler sizlere uymuştuk. Şimdi siz, Allah’ın azabından en ufak bir şeyi bizden savabilir misiniz?’ Onlar da derler ki: ‘Allah bizi doğru yola eriştirseydi bizler de sizi doğru yola iletirdik. Artık şimdi biz sızlansak da sabretsek de birdir. Çünkü kaçacak yerimiz yoktur!’” (İbrahim Suresi, Ayet 21)

Kısacası, asıl hesap gününde kaçış yeri yoktur. Bizler aklımızı kullanmak yerine başkalarının yönlendirmesi ile hareket ettiğimiz, bize yön verenler de bile bile yanlışa sürüklettikleri için hesap vereceklerdir.

Tedbir almadan takdire sığınılacaksa bizlerin hiçbir iş yapmamıza gerek kalmayacağı için hayatın, yaşamanın   önemi de   anlamı da kalmaz. Öyle bir durumda “İmtihan Dünyası’ndan” da söz edilemez. Öyle ki Allah’ın bizlere akıl fikir vermesinin bir anlamı da kalmaz. Kaderci anlayışın götürdüğü yer tam da budur. Oysa Allah tedbiri bize, takdiri kendisine bırakmıştır. Onun içindir ki “Tedbir bizden takdir Allah’tan” deriz. Her türlü tedbiri alıp yanlış yapmamak için gayret gösteren insan kadere inanan insandır. Yapılması gerekenleri yapan, işin gereklerine göre ortam hazırlayıp en küçük ayrıntıları hesap ederek liyakate önem veren ve elbette işi ehline teslim edenler de kadere inanan yöneticilerdir. Ancak bunlar yapılmıyorsa kadere isyan söz konusudur ve işte burada kaderden değil kadercilikten söz edilir. Kadere iman Allah’a inanıp mü’min olmanın bir gereğidir. Kadercilik ise insanı küfre bile götürebilir.

En son Amasra’da meydana gelen maden kazasında 41 canımız kaybedildi, beş canımız da hayatla ölüm arasında mücadele veriyor. Sekiz yıl önce de Soma’daki maden kazasında 301, Ermenek’te ise 18 insanımızı kaybetmiştik. Kömür ocaklarında toplamda üç binden fazla insanımızı yitirmişiz. Eğer gerçekten kadere inanıyor olsa idik, yöneticilerimiz ve din görevlilerimizle tarikat ve cemaat efendileri kadercilik peşinde koşmayıp kader konusunu olması gerektiği gibi anlayıp insanlara da öyle anlatsalar ve başka ülkelerin yaptığı gibi tedbir alınsa idi bu felaketlerle karşılaşmazdık. Kısacası, benzer işler Almanya’da, Fransa’da, Avusturya’da, Çin’de, Japonya’da nasıl yapılıyorsa öyle yapılır, gerekli tedbirler alınıp uygun teknolojiler getirilirdi. Haliyle bu can kayıpları olmaz ya da en aza indirilirdi. Maden kazaları gerçekten bir “kader” olsa idi ölümlü kazalar, patlamalar, yanmalar o ülkelerde de olurdu.  Allah’ın yarattıklarına biçtiği ömür, koyduğu kader yalnızca Müslümanlar için değildir. Bazı din görevlileri, tarikat ve cemaat efendileri ile siyasilerin kaynağından ve amacından saptırarak vurguladıkları “Kader”, “Yazgı” ve “Tevekkül” söylemleri insanları dinden soğutmaktadır.

Diğer ülkelerde tedbir, teknoloji ve kontrol üçlüsünden taviz verilmediği için patlama yok, olsa bile can kaybı görülmüyor ya da çok sınırlı kalıyor. Bizde tedbir, teknoloji ve kontrolden önce “Kadercilik” anlayışı olduğu için durum ortada. İstatistiklere göre maden kazaları ve bu kazalardan kaynaklanan ölümler Türkiye’de dünya ortalamasının 15 – 20 kat üzerinde seyrediyor. Bunu kaza ve kaderle izah etmek mümkün mü? Demek ki “Önce tedbir sonra takdir” ya da “Önce tevekkül sonra takdir” kuralına uyulmuyor.  Kazalardaki sorumluların cezasız kalması ve hatta bazen de ödüllendirilmesi ise bir başka dert, bir başka yaradır. Dolayısıyla yukarıya mealini aldığımız Şura Suresi 30. Ayeti’nin hükmü gereğince “Başımıza gelen musibetleri kendi ellerimizle” ya da ilgililerin yanlış uygulamaları ile davet ediyoruz. Onun için bu olup bitenlere “Kader” ya da “Yazgı” diyerek işin içinden çıkamayız.

Kimse oraya buraya çekiştirmesin; ben Kadere inanıyorum ama Kaderciliğe karşıyım. Kader inancı insanı disipline sokar, tedbir almaya yönlendirir, kadercilik ise uyuşturur. Ne yazıktır ki Türkiye’de “Kadercilik” anlayışı hüküm sürmekte ve bunda ısrar edilmektedir. Böyle olunca da insanlar   Allah’a kul olarak kadere inanmak yerine mecburiyetten dolayı kaderciliğe boyun eğerek adeta dini önder olarak gördükleri efendilere ya da siyasi erk sahiplerine kul olmaktadırlar.

Konunun özeti: Kadere inananlar Allah’a, kaderciliğe inananlar ise efendilerine kul olurlar!