Gökte bir cisim uçuyordu sessizce,
Çorak topraklarda da çocuklar oynuyordu kardeşçe,
Çocuklardan birisi aniden bağırmaya başladı,
Bakın gökyüzünde ne var?
Sağ ellerini gözlerine siper yaparak bakıştılar yukarılara,
Çocuklardan birinin adı Bedirhan, bir diğerininki ise Emirhan’dı...
Emirhan dedi ki güvercin bu güvercin,
Bedirhan hemen atıldı hayır dedi onun adı göğercin,
Diğer çocuklar sadece bakakaldılar…
Civanlardan biri bir zamanlar Hanya'ya,
Öteki de Konya'ya göçmüş kardeş çocuklarıydı aslında,
Kenar mahallelerin taa en kenarından,
Varlığın manasını bilmeden yokluğa şükreden...
Anlaşamadı delikanlılar güvercinle göğercin çaprazında,
Tutuştular anlamsız bir kavgaya,
Gaz verenler tuz ekenler körüklediler nizayı, harladılar ateşi,
Ta ki kine varan dönülmez yol intikam intikam diye inleyinceye değin…
Göklerde uçan cisim olanlardan habersiz,
Uçtu güya özgürce uçtu, kumanda edildiğini dahi bilemeden,
Kah bulutlara dalıp kah maviliklerde süzülerek,
Yorulmak nedir bilmiyordu, arada taklalar atıp gösteri de yaparak…
Aniden aşağılara doğru kanat çırparak alçalmaya başladı,
Ve bir kartal gibi pike yapıp tamda kavganın ortasına indi,
Ne ürktü, ne de korktu,
Çünkü ruhu yoktu…
Güvercin diyen baktı, göğercin diyen de baktı,
Ve hatta niza gazı veren de, yaraya tuz eken de baktı,
Sadece kumanda eden el görünürde yoktu...
Göz göze geldiler cisimle lakin sandılar ki bu bir şahandı,
İkisi birden atladılar Şahan’ın üzerine…
Gaz veren alkışladı yaşa, varol, bravo nidalarıyla,
Tuz eken bıyık altından gülerek cismi ovuşturdu elleriyle…
Emirhan ile Bedirhan cismin kafasını kopardılar,
Yolmaya çalıştılar kanatlarını acımadan lakin kan akıtamadılar…
Ve yeniden göz göze geldiler kendi kanlarıydı göz çanaklarında kanayan,
Kırmızı görmüş boğa misali tutuştular yeniden kavgaya dinlenmeden…
Yaşa, varol, bravo sözlerini üstlerine almışlardı ayrı ayrı,
Egoları onları çağırıyordu ben, ben, ben diye gayri...
Yorgunluktan bitap düştüklerinde anladılar ki,
O ne bir kuş ne güvercin ne göğercin ne de şahandı, peki neki?
O, sadece gaz veren nizakarın bir oyuncağıydı kanat takılan,
Kendisi oralardayken maşasınca perde arkasından oynatılan,
Kardeşlerin ocağında od olarak yakılan,
Yüreklere kör kurşun misali ard arda sıkılan,
Kıraç topraklara nefret tohumu olarak ekilen...
Günler günleri yıllar da yılları kovaladı,
Soy soyladılar, boy boyladılar, çok mu çok çoğaldılar,
Emirhan’ın nesline Emirhanoğulları,
Bedirhan’ın nesline Bedirhanoğulları dediler,
Lakin hiçbir zaman dost olamadılar…
Ve hatta birbirlerini kanlı bıçaklı ezeli düşman bellediler,
Üstüne üstlük ayrı milletiz deyip ayrı devlet kurdular,
Aynı inançta iken imanlarını unutup imansızca yaşadılar…
Bu arada karşı yakada neler oldu neler.
Soyu belirsiz Nizakarla sopu bilinmez Tuzeker aynı masada buluştular,
Hiçbir inançları yok iken imanlıymış gibi davrandılar,
Birlik oldular, dirlik buldular, uçtular, uçtular, uçtular,
Ve hatta aynı milletteniz deyip tek bir devlet oldular…
Emirhanoğulları ile Bedirhanoğulları hesap kitap yaparken,
Nizakarlar ile Tuzekerler meleklerin cinsiyetinden arınıp üreten oldular,
Ürettikleri teknoloji ile göklerde uçan gerçekleri buldular,
Havalandılar,
Ebabil kuşlarından ders ile aşağılara sicim gibi kurşun yağdırdılar…
Tekmili birden güvercinleri de göğercinleri de paramparça ettiler,
Seslerini duyan olmadı, yardımlarına koşan bulunmadı, enkazı kaldıracak kalmadı,
Ölen öldü, kalan sağlar sağalmaya yetmedi…
Derken ilahi hikmet ile her taraf karardı,
Şimşekler çaktı, gök yarıldı, görülmedik dolu düşmeye başladı yere,
Bedirhan’ın torunu Ayaz ile Emirhan’ın balası Yağız acıyla haykırdılar,
Başlarına ceviz boyutunda birer dolu düşmüştü,
Taştan da ağır…
Her işte bir hayır vardır dediler,
Düşen doluyu aldılar ve kara taşa çaldılar,
Başlarındaki kanayan yaraya el ele vererek derman sardılar,
Düşündüler, düşündüler ve akl-i selim bir karara vardılar…
Biliyorlardı ki Konya’da güvercin, Hanya’da göğercin ikisi de birdi,
Hoca Ahmet Yesevi’nin ocağında güvercin hep sevilirdi,
Hacı Bektaş-ı Velinin postunda göğercin hep dost bilinirdi,
Eti yenmezdi göğercinin, meleklere eş görülürdü,
Ona el uzatanın hal defteri dürülürdü…
Özü hatırlayıp köz oldular,
Yozlaşanları yeniden derleyip düz oldular,
Sil baştan yola çıkmanın erdemine vardılar…
Olan biteni unutup yola koyuldular lakin artık çok geçti,
Atı alan Üsküdar’ı geçmişti…
Ayaz ile Yağız göz göze geldiler ve aniden bir titremeye tutuldular,
Titrediler, titrediler ve “Ey Türk Titre Kendine Dön” misali özlerini buldular.
Hikmetinden sual sorulmaz ol deyince oldurmuştu,
İkisine de birden akıl havsala buldurmuştu…
Ayaz dedi ki Yağız var mısın kardeş olmaya?
Yağız dedi ki Ayaz var mısın birlikte güç bulmaya?
Ayaz çıkardı koynundan hançerini Yağızın sağ avuç içine bir hat çekti,
Yağız çekti belinden kamasını Ayazın sol ayasının içine bir çizik attı,
Sağ ile sol eli birleştirdiler, karıştı kanları birbirine,
Nara attılar “Biz Artık Kan Kardeş Olduk”,
Oysa zaten ezelden beri kardeştiler…
El duydu, alem duydu, dost bildi düşman da bildi,
Çalıştılar çalmadılar, verdiler almadılar, yorulmadan derdiler,
Ya Resullullah deyip Çin’de olan ilimin peşine düştüler,
Tiyanşan’da atalarının izlerini sürdüler,
Borçalı’dan Odunçor’a oradan da Bursa’ya göç verdiler,
Ergenekon’dan çıkan Asena’ları arayıp buldular,
Ötüken topraklarını Muş ovasının laleleriyle buluşturdular,
Konya’nın obruklarını Hanya’nın höyükleri ile doldurdular,
Yozgat’ın bozkırında silikon vadileri kurdular,
Dilbazlara def deyip, münevverleri baş tacı kıldılar…
Ve bir baktılar ki Üsküdar çok gerilerde kalmış,
Gece gündüz çalışan sessiz fabrikalar sanayi 7.0 ile buluşmuş,
Ayaz ile Yağız’ın nesli bir olmuş, iri olmuş, diri olmuş,
Veren el olmuş, güçsüzleri koruyacak güç bulmuş,
Nizam-ı Alem ahvalinde insanlığa huzur vermiş,
Ve masal içre bir rüya gerçek mi gerçek olmuş…