Hem nalına hem mıhına vurarak memleket meselelerini dile getirmeye çalıştığım yazılarımı topladığım Vatan Mahzun Ben Mahzun isimli kitabımı okuyanlar, Önsöz’ü büyük vatan şairimiz Namık Kemal’in şu beyti ile bitirdiğimi hatırlayacaklardır:

“Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi,

Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun.”

Bu, tıpkı Namık Kemal gibi benim de geride kalan çocuklarıma, torunlarıma vasiyetimdi. O kitap yayınlanalı şu an itibariyle yedi ay oldu. Bu süre zarfında ben başta siyasiler olmak üzere uzatmayalım; hemen her kesimdeki vatandaşlarımızdan bu feyzi görebilmek için beklemeye başladım, gözlemler yaptım. Bu arada Allah’ın takdiri, dünyayı ve Türkiyemizi etkileyen bir virüs belası baş gösterdi. İnanır mısınız, “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” kabilince ben beklediğim o feyzi görebilmek için Kovid 19 ya da Korona Virüs’e bile ümit bağladım. Öyle ya, elle tutulup gözle görülemeyen çelimsiz ve cüssesiz bir varlık en güçlü ekonomiye sahip devletleri, ilim adamlarını, teknoloji devlerini çaresiz bırakabiliyor ve sanki dünyanın sonu geliyor ve dolayısıyla denize düşenin yılana sarılması gerekiyordu! Hadi o musibeti geçtik; İslam âleminin üstüne bir de “Onbir ayın sultanı” dediğimiz Ramazan geldi. Ramazan geldi hoş geldi ama yine değişen bir şey yok! Gazap da maneviyat ve hatta uhreviyat da değiştirmiyorsa insanları nasıl ümitvar olabiliriz ki?

İnsanlığı çaresiz bırakan virüs belası karşısında başta ABD, Rusya ve Çin olmak üzere güçsüz devletleri sömürerek ve zor kullanarak dünyaya hükmetmeye çalışan devletler yaptıklarının yanlış olduğunu anlamalı, başka milletlerle dostça ve kardeşçe geçinme gerektiğine inanmalı değiller mi idi? “Dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye iyimser konuşmalar yapılsa da dünya liderlerinin inatlarından vazgeçmeyerek yayılmacı politikalarını sürdürecekleri ve mazlumları ezmekten geri kalmayacakları anlaşılıyor.

Kendi içimize dönecek olursak…

Siyasilerimizin tavırları gösterdi ki, “İnadım inat” politikasını sürdürecekler, nefret söylemlerini devam ettirecekler ve yine birbirlerine bağırıp çağıracaklar. Zaten oldubittiye getirilerek adeta dayatılan “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” bu konuda ümit vermiyor. Ben bir vatandaş olarak Cumhurbaşkanımızın kuşatıcı, kucaklayıcı, herkese, her vatandaşa aynı mesafede olması; kimseyi, hiçbir siyasi partiyi ötekileştirmemesi, belediyeler hangi siyasi partide olursa olsun hepsine aynı tavır ve davranışı göstermesi gerektiğine inanıyorum. Doğru olan, olması gereken budur. Varsa yapılan yanlış ve usulsüzlük ikaz edilir, konuşulur, görüşülür ve düzeltilir. Ancak ne var ki Cumhurbaşkanı aynı zamanda bir siyasi partinin Genel Başkanı da olduğu için dozajı ayarlaması mümkün olmuyor. Tabir yerinde ise zaten bu durum eşyanın tabiatına da aykırı. Bu virüs belası bu konuda bir yumuşama getirir diye ümit etmiştim ki aynı tavırların sergilendiğini görünce doğrusu hevesim kursağımda kaldı. Ramazan tecrübesini zaten yıllardan beri yaşıyor, iftar sofralarında bile orantısız siyaset yapıldığını biliyorduk. Allah’tan bu yıl o sert konuşmalara sahne olacak iftar sofraları kurulamayacak ama politikacılar aynı zamanda fırsat yaratma ustaları oldukları için konuşacak zaman ve zemin bulacaklardır. Nitekim buluyorlar da…

Virüs salgınının ne getirip götüreceği daha belli olmamışken, hemen bütün işyerleri durmuş, hizmetler aksamış, millet iş ve aş derdine düşmüşken bazı pahalı projelerden vaz geçilmemesi ayrı bir dert. Kanal İstanbul sevdasından vazgeçilmemesi, o güzelim Salda Gölü kıyısının katledilmesi, millet zor durumda iken “Yap – İşlet – Devret” modeli ile müşteri ya da geçiş, yatış garantisi verilerek yapılan yol, köprü, tüp geçit ve şehir hastanelerine hazineden milyarların aktarılmaya devam edilmesi olacak iş değil. İktidarın bu konuya mutlaka çözüm bulması gerekirdi. Demek ki işin ta başında büyük bir öngörüsüzlük yapıldı ve zora düştüğümüz günlerde cezasını çekiyoruz, çekeceğiz.

Bunlar iktidar sahipleri ile bürokratların yanlışları, hataları ve ne yazık ki göz göre göre yanlışlarında ve hatalarında devam etmelerinin sonucu. Bir de tam olarak “Ahlâksızlık” diyebileceğimiz “Trol” ya da âmiyane tabiri ile “Kasaba politikacıları”nın yaptıkları var:

Mesela Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin açmış olduğu “Bir İftar da Benden” (www.iftarver.com) sitesinin saldırıya uğrayıp sabote edilmesi hem insanlığa, hem ahlâka, hem de içinde bulunduğumuz Ramazan ayının ruhuna aykırı. Bunu yapan troller sorsan Müslümandırlar!

Peki, ya Mersin’de oynanan ve oynarken ağızlarına, yüzlerine, gözlerine bulaştırdıkları amatörlük ve avamlıktan da öte rezalete ne demeli?

Ah be virüs, ah! Musibetsin ama musibet de insanlara ders vermeli değil mi? Yoksa sen şeytanın ta kendisi misin be Korona? Ticareti durdurdun, alışverişi bitirdin, ithalat – ihracat hak getire, üreticinin malı elinde kaldı, çürümeye terk ediliyor. Sen ise insanları evlerine hapsettin ama oyun oynamaya, huzur bozmaya devam ediyorsun.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, limonları elinde kalan Mersinli üreticilere destek olmak maksadıyla ürünlerini satın alıp İstanbul halkına dağıtmak için harekete geçmiş, bağlantılarını yapmış. Belediye Başkanlarını ya da mensup oldukları partilerini beğenirsiniz beğenmezsiniz ama yapılan doğru ve alkışlanacak bir iş. Ama öyle olmuyor ve bu defa kasaba politikacıları kendilerince senaryo yazıp oynamaya kalkıyorlar. AKP’li oldukları yayınlanan belgelerle ortaya konan iki kişiden biri kameraman, biri de limon üreticisi rolündeler. “Rolündeler” diyorum, çünkü “Üretici” rolündeki vatandaş aslında mobilyacı! O kadar acemiler ki, çekim sırasında ne sorulacağı ve nasıl cevap verileceği bile kayda giriyor. Özet olarak limonların “Üreticilerden değil de stokçulardan” alındığı tezgâhını kurmaya çalışıyorlar ama ellerinde ve dillerinde patlıyor. Görüntülü olarak kayda geçirdikleri şu diyaloga bakar mısınız? Çekim başlıyor ve sözde üretici ilk potunu kırıy

Bu konuda Mahmut Bey…

(Mahmut isimli kameraman kaydı kesip talimatını veriyor)

Mahmut Bey deme ağabey… Şöyle de: “Yandaş stokçulardan aldı!”

Karşıdaki yine de iyi niyetli, “yandaş” demekten çekiniyor:

Yandaş vurgusu yapalım mı ya, kimden aldığını bilmiyoruz!

İşte bütün foya burada ortaya çıkıyor: “Kimden aldığını bilmiyoruz!”

Kameraman vatandaş sonra ne söyleyeceğini dikte ettiriyor ve karşısındaki de havaya  girerek kameramanı ve bu işi tezgâhlayanları memnun edecek neler söylüyor neler… Sonunda aferini alıyor: “Harika!”

Gelelim korona günlerinde bizim “uyanık vatandaşlarımızın” yaptıklarına!

Önce bir doktorumuzun notlarını aktaralım: “Normalde hastalar internetten randevu alarak polikliniğe geliyorlar, randevusuna gelmeyen hasta da pek olmuyordu. Son zamanlarda ise online sistemden randevu alan hastalardan gelmeyenler çoğalmaya başlayınca bizler de, virüs meselesinden dolayı hastalık kapma endişesi ile vazgeçtiklerini düşünmüştük. Ancak, randevuya gelmeyenlerin genellikle 65 yaş üstü ve 20 yaş altı olması dikkat çekiyordu. Bu konuda ilk aklıma gelen haliyle, sokağa çıkma yasakları konusu olmuştu. Ancak birkaç gün önce marketten alışveriş yapıp kasada ödeme sırası beklerken iki kadının sohbetine kulak misafiri olunca durumu anladım. O sohbetten anladığım şu: Hanımlar ertesi gün bir yere gidecekler. Biri , ‘Ben gelemem, çocuk var, çıkamayız’ deyince öteki, ‘İnternetten müsait bir doktora randevu al, onun bir çıktısını al. Sokakta soran görevlilere gösteriyorsun, sorun olmuyor. Babam hep böyle yapıp geziyor!’ demesin mi?”

Bu konuda yorum yapmama gerek yok sanırım; her şey ortada. Millet olarak gerçekten dökülüyoruz. Ortada şimdilik çaresiz görünen bir dert var, bütün dünya telaş içinde ama ne yazık ki huylu huyundan vazgeçmiyor. 65 yaş üstü vatandaşlarımız, bu yazı yazıldığı sıralarda 40 güne varan ev hapsine mahkûm edilince kanunsuzluk otaya çıkıyor. Oysa karar alıcıların, bu konuyu bangır bangır dile getiren uzmanların görüşlerine kulak verip çare üretmeleri gerekirdi.

Vatandaşlarımızla ilgili bir ümitsizliğim de şu: “İşyerim kapandı da niye kapandı” diye düşünmeyen, “Sosyal mesafe” ve “Hijyen” meselelerinin adeta kafalara, beyinlere nakşedilmesine rağmen görmezden, duymazdan, bilmezden gelen başka uyanıklar, kapalı olan işyerlerini ya da müsait olan malikanelerini kumarhaneye dönüştürüyor ve “Hacı Hacı’yı Mekke’de, Molla Molla’yı Tekke’de, kötü kötüyü dakkada bulur” misali toplanıveriyorlar.

Görüldüğü gibi dert çok ve tepeden tırnağa dökülüyoruz. Burada hassas olduğum başka konuları yazmaya sıra gelmedi bile. Olup bitenlerin adına ahlâk bunalımı mı denir, ahlâki çöküntü mü denir bilemiyorum. Olanlardan ders almazsak ve almayacaksak biz gerçekten adam olmayız. Onun için vasiyetim hâlâ geçerlidir:

“Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi,

Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun.”