1987 yılında başlatılan özelleştirme işlemlerinde hedef verimli bir ekonomiye erişmek ve elde edilecek gelirlerle kamu yatırımlarını hızlandırarak ülkenin daha çabuk kalkınmasını sağlayıp 17.’likten 14. sıraya yükselmek hedeflenmişken, koalisyon hükümetleri tarafından yönetilen 1990’lı yıllarda fikir birliği oluşmadığından uygulama yapılamamıştı. 2002’de iktidara gelen hükümetle birlikte özelleştirme hız kazanmakla birlikte amacından saptırılarak, yandaşların zengin edilmesinin ve ülke ekonomisinin yabancıların denetimine geçmesinin bir aracı haline getirildi. İşin daha kötüsü özelleştirmeden elde edilen yaklaşık 75 milyar doların tek kuruşu ülkenin kalkınmasına harcanmadığı gibi para savurmak için merkezi bütçeden 15 milyar dolar daha savurma bütçesine aktarıldı. TİKA üzerinden harcanan parların 70 Milyar doları Suriye’ye, 20 milyar dolar da çoğu Afrika ülkelerine olmak üzere yurtdışına ulufe gibi dağıtıldı. Cumhuriyetin binbir emekle yanyana getirdiği sermeye ile kurulan iktisadi işletmeler hoyratça yok edilirken ülkenin soyulmasına aracılık eden ekonomi politikası haline getirildi. Örneğin 2006’da yılın özelleştirmesi olan Türk Telekomun özelleştirilmesi ülkeye 150 milyar dolara mal olurken, Çin’in kilometresini 1 milyon dolara inşa ettiği otoyolların kilometresi 20 milyon dolara mal edilerek yap-işlet projeleri üzerinden ülke kaynakları çapulcular tarafından talan edildi. Maliyeti 1,2 milyar doları olan Osmangazi Köprüsü için 17 milyar dolar gelir garantisi verildi. Yine İstanbul havaalanı için belirlenen kira bedelleri yıllarca tahsil edilmedi. Kira bedelleri affedildiği gibi işletme süresi uzatıldı.
Konunun uzmanı olmaksızın sıradan bir gözle bakılması durumunda bile hata yada kusur olarak nitelendirilemeyecek kasıtlı soygun ve talan devam ederken bunları yapanlar seçim üstüne seçim kazandılar. Bu durumun hem, talan ve yağmacılar açısından hem de seyredenler açısından izah edilmesi gerekmez mi?
1984 veya 1985 yılı idi. Okulumuzda düzenlenen seminerler serisinden birinde bilimden önce insan olmayı ve bize herşeyden çok milletini sevmeyi öğreten o zamanki dekanımız rahmetli Vakur VERSAN hocamızın kişisel girişimleri ile rahmetli Kamran İNAN fakültemize konuk olmuş, fakülte kurul odasında bir konuşma yapmıştı . Ağzımız bir karış açık, duyduklarımızı tam olarak sindiremeden konuşmanın büyüsüne kapılmış hayal ve gerçek arasında bir yerde seçkin bir siyasetçiden Türkiye’yi dinlemiştik. Aradan geçen 40 yıldan sonra bu etkili konuşmanın içeriğini tam olarak hatırlamamakla birlikte hayatımız süresince bize çok yol gösterdiğini düşünüyorum.
Hatip konuşmasının sonlarında bir yerde, “değerli arkadaşlar her ülkenin bir hain kontenjanı vardır ve bu kontenjan ülke nüfusunun % 5’i civarındadır. Ama bunu bizim ülkemiz için % 15 olarak öngörmelisiniz” demişti. Nedenini, nasılını ısrarla sormamıza rağmen bunu zaman içinde göreceksiniz diye geçiştirdi. Doğup büyüdüğüm tertemiz ve homojen bir Türkmen kitlesinin yaşadığı çevremden başladığım sorgulamalarım zihnimin bir köşesinde hep yer almıştır. Altmış yaşını geçeli epey olduktan ve okuyarak görerek tecrübelendikten sonra yavaş yavaş anlıyorum ki bu soru aslında pek çok Türk aydınının da cevap bulmaya çalıştığı sorulardan biri imiş.
Örneğin, Neyzen Tevfik’e izafe edilen “aslında” adlı şiirde, Tevfik bu soruya nedenini de açıklayarak bir cevap veriyor.
Ekmek herkese yetecekti aslında.
Tarlaya karga dadandı, ambara fare
Fırına hırsız, Memlekete harami.
-Geldikleri gibi gitmediler;
Kimi itini bıraktı, kimi bitini,
kimi de piçini.
Yoksa bu kadar şerefsizin
bizden olması mümkün değildi.
Neyzen Tevfik’ten saha sonra ve belki daha önemli bir cevap rahmetli Nihal Atsız tarafından veriliyor. 1944 yılındaki Türkçüler davasının iddianamesinde yer alan Irkçılık suçlamalarına cevap olmak üzere aldığı tıp eğitiminin kendisine kazandırdığı bilgi ile fizyolojik varlıkların bir bünyede yer almasını uzun uzun değerledirdikten sonra şöyle diyor: “ Yabancı unsur o vatana kendini kan bağı ile bağlı görmediği için; kendisini asıl milliyetinden vazgeçmeye mecbur eden millete gizli gizli kin duyduğundan o milletin içinde yalnız kendi husisi menfaatlerini güder. Fırsat bulduğu zaman ihanetten çekinmez. Tarihteki en büyük imparatorluklar olan Roma, Abbasi, Osmanlı İmparatorlukları içindeki yabancıların fesadından ve bunların yüksek mevkilere geçmelerinden dolayı yıkılmışlardır. Bir devlet kuvvetli iken ona hizmet eden yabancılar daima görülmüştür. Onaltıncı asırda Osmanlı Sadrazamı olan Hırvat dönmesi Sokullu Mehmet Paşa Turancılık yapmış, Ondokuzuncu asırda İngiliz Başvekili olan Yahudi Lord Bikonsfild İngiltere’de Yahudi aleyhtarı kanunlar çıkarmıştır. Fakat bunlar arızidir. Türk tarihi yabancıların birkaç hizmetine karşılık binlerce ihaneti ile dolup taşan bir ibret tarihidir…”
Bir başka önemli cevap da rahmetli hocamız tarihçilerin kutbu olarak kabul edilen Halil İnalcık hocamızdan geliyor: “Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkıp coşku ile "Büyük Türk Milleti" diye ilk kez halka seslenince ülkede ne büyük bir dalgalanma oldu. Bu büyük dalgalanmanın nedenini şimdi geriye dönük anlayamazsınız. Herkes birbirine bakıp teaccüp ediyordu.Bu topraklarda son 700 yılda bir tane yönetici yoktur ki konuşmasına Türk diyerek başlasın. Açın bakın fermanlar "Ey kullarım buyruğumdur" diye başlardı Anadolunun taşı, toprağı, bitkisi buna alışkın değildi. Şaşkınlığı atmak hiç kimse için kolay olmadı. Özellikle de asırlarca Saray etrafından geçimini sağlayan "devşirme" tabaka kendini kapının önüne konulmuş hissetti.
Bunların bir kısmı boyun eğdi kabullendi, etmeyenlerin kimi "dini" kimi "etnik" bir kimliğe bürünerek yeni kurulan devletle alttan alta uzun bir mücadeleye girişecekti.
Türkiye neden böyle hayasızca soyuluyor açıkça belli değil mi? Bu sorunu daha 100 yıl önce gören Atatürk Nutuk’ta şöyle tavsiyede bulunuyor: “Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!” Bu tavsiyeye ne kadar kayıtsız kaldığımız ne kadar açık değil mi?