Meşhur menkıbedir. Türkmen Kocası derviş Yunus, üç bin şiir söylemiş, Yunus'tan sonra gelen Molla Kasım isimli şeriat âlimi bir su kenarında bu şiirleri okumaya başlamış. Şiirlerden binini okuyup şeriata aykırı bularak yakmış, kalan bin tanesini de suya atmış. Üçüncü bine başlayınca şu beyitle hayretle şu beyitle karşılaşmış.
-Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
-Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir...
Okur okumaz, içini bir ateş sarmış, hatasını anlamış.

Şimdilerde dindar nesil yetiştirme iddialı iktidarın referansı olarak algılanan ''dindarlık'' Molla Kasım misali manadan yoksun, zahirden ibaret sığ bir şekle büründü. Geleneksel din anlayışında kuralları ahrete müteallik hesaba dayanan dindarlığın yerini, hızla dünyevileşen görsel dindarlık aldı. Müslümanların zihninde din-dünya ilişkisi adeta kategorik bir ayrıma tutulmaya başlandı. Sanki İslam bu dünyayı değil de, daha çok ahretin tanzimi konusunda ilkeler sunan bir kurallar manzumesi gibi algılanmaya başlandı.

Bu bakış açısı, dini dünyadan soyutlayan bu kategorik zihin yapısı, dindarları ikili(çelişkili) bir hayat tarzına mahkûm etmeye başladı. Günümüzde toplumsal hayatı ''dini-dünyevi'' ekseninde değerlendiren bu anlayış, dindarların zihnini İslam’ın evrensel değerlerine de kapattı. Sonuçta bir taraftan görsel dindarlığın cazibesine kapıldılar, diğer yandan her vesileyle kötüledikleri ‘örtülü’ bir dünyevileşmeye savruldular. Nihayet itikatta dindar, amelde seküler (dünyevi) oldular.

Geleneksel İslam kültüründeki hurafe-menkıbelerle şekillenen dini anlayışa sahipler ama dünyevi anlamda- ticariler başta- kişisel ilişkilerini fetvalarla hale yola koyup pekâlâ seküler davranabiliyorlar. O yüzden modern hukuktaki gibi İslam’ın da evrensel ilkeleri arasında yer alan temel insan hakları, özgürlükler, adil yönetim, ehliyet, liyakat gibi konulara ilgisizler. Bu kavramları bir türlü dinin içinde telakki edemiyorlar. Ama modernite bağlamında çağın icatlarının tümünden azami ölçüde faydalanma konusunda pek mahir ve hatta şehvetliler. Bu yüzdendir ki şekil ve kalıplara indirgenen bu ‘görsel dindarlık’ anlayışı, dinin aslını ve özünü kolayca ve hem de fetvalarla feda edebiliyor.

Yaşlı dünyamızın sanayileşme, nüfus artışı, aşırı tüketim, açgözlülükten kaynaklı doğayı delik deşik eden kullanımlardan korunması konusunda hiç bir düşüncesi ve kaygısı olmayan bu şekil dindarları, aldığı nefesten hesaba çekileceğine inanıyor ama insana, çevreye ve doğaya verdiği zararların bir hesabı olacağına inanmıyor. Beytülmâl''den bir hırka aşıranın cenaze namazı kılınmayacağı vaazını hem veriyor, hem alıyorlar ama Hazineyi soymaktan bir adım geri durmuyorlar.

Bugün İslam dünyasının geri kalmış olması, terör, savaş, acı, zulüm, baskı, fakirlik, açlık gibi insan yaşamını çekilmez hale getiren olumsuzluklarla anılması dahası özdeşleşmesi tesadüf müdür? Tabi ki değildir. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminden süzülerek oluşmuş, temel hak ve özgürlüklere, adalet, hakkaniyet, liyakat, ehliyet gibi kavramlara değer vermek yerine, siyasi saltanata araç kılınan görsel dindarlığa prim veren Müslümanların hazin ama mukadder akıbetidir.

Şekil yerine özü, zulüm yerine adaleti, hurafe yerine hukuku savunmadan bizim ve diğer Müslüman ülkelerin huzura ermesi mümkün değildir. Bunu samimi bir özeleştiri ve sorgulama olarak nefsimizden başlayarak yapamazsak, ekonomik krizin ardından ahlaki, siyasi ve sosyal krizler gelir. Molla Kasım'dan da acımasız biçimde sigaya çeker hepimizi.
Akıl, ahlak, adalet...