Üzgünüz, yaralıyız, yorgunuz. Hiç bir ifade acılarımızı tarif edemez. On binlerce inanımızı kaybettik. Kadınlar, çocuklar, bebekler, babalar, anneler enkazların altında can verdi. Bazıları umutsuz umutsuz kurtarılmayı bekledi Yavrular ne olduğunu anlamadan hayata veda etti.

Tv ekranlarından evlerimize taşınan görüntüler her birimizi can evimizden vurdu.

Molozların altından çıkarılan çocuklar tek tesellimiz oldu.

Böyle durumlarda her hesaplaşma ertelenir.

Parti rekabeti bırakılır. Herkes gücü nispetinde felaket bölgesine koşar. Büyük millet refleksi bunu gerektirir. Cenazeler üzerinden siyaset olmaz.

Ama bazıları eski alışkanlıklarını bu büyük felakette bile devam ettirdi.

Hiç eleştirmeyin, hiç kusur bulmayın, hiç konuşmayın reisimiz ne yapmışsa doğrudur dediler. Depremzedelerin hukukunu savunmayı bırakıp siyasi putperestliğe devam ettiler. İnterneti yavaşlattılar.

Şu şu eksikler var veya vardı demek particilik yapmak demek değildir.

İlk iki gün bölgede tek bir çadır kurulamadı, insanlar aç çıplak sokakta kaldılar. Büyük devlete bu yakışmaz demenin neresi yanlıştı. İşte siyaseti kokutan, siyasetçinin cüret ve cesaretini artıran budur. Hangi toplum çalışmayan hükümetleri ödüllendirir? Biz ödüllendiriyoruz.

Ne yazık ki, bazıları ölen on binlerce insandan çok partimiz yıpranacak diye üzüldü. Bizde insana işte bunun için hiç bir değer verilmiyor. İnsan merkezli yönetimlerde devletin biricik önceliği vatandaşlarının can ve mallarını korumak, onları her şeyden değerli görmektir.Bizde partiler, cemaatler, şunlar bunlar değeri insana değil bu kurum ve kuruluşlara isnat ederler. Oysa insan olmadan hiç bir şey olmaz.

Evet felaket büyüktü. Hiç bir devlet bu çapta bir felakete güç yetiremez.  Bu işin bir boyutu. Ancak önemli olan devletin elindeki imkanları doğru ve rantabl kullanıp kullanmadığıdır. Deprem öncesi gerekli tedbirleri alıp almadığıdır. Mesela vatandaşını eğitmiş mi, bilim insanlarının uyarılarına kulak vermiş mi, muhtemel bir felaket karşısında planlarını yapmış mı, kadrolarını ehliyet ve liyakate göre kurmuş mu, evlerini, binalarını deprem riskine göre inşa etmiş mi, deprem olduğunda bütün güçlerini zamanında seferber edebilmiş mi? Bu gibi soruların cevabı ülkeyi yönetenlerin sorumluluklarını veya sorumsuzluklarını ortaya çıkarır. Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değil.

Buna kader denilemez, kader demek sorumluluğu Allah'a yıkmaktır. Bu çürük yapıları Allah mı yaptı? Çimentodan, demirden çalmayı emreden-haşa- Allah mıydı. Değildi tabi. O doğruluğu, ahlaklı olmayı emreder. Peygamber efendimiz bir bedevinin sorusu üzerine," deveni önce sağlam kazığa bağla sonra tevekkül et" demişti. Önce tedbir sonra tevekül. Biz evlerimizi bilimin gösterdiği ölçülere göre yaptık mı? Kader, bizde sorumluluktan kaçmanın adıdır. Allah'ı kendi yalanlarımıza siper etmenin adıdır. Ve bu savunma tarzı tedbirsizlik kadar büyük bir cürümdür.

Acımız büyük ama öfkemiz daha büyük. Bu kadar kardeşimizi, evladımızı, insanımızı toprağın altında bırakmamalıydık. Ama ağlamakla hiç bir sorun çözülmüyor. Bize düşen kimin ne dediğine bakmadan kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.Gün yardımlaşma, dayanışma günüdür. 61. saatte kurtarılan 4 yaşındaki küçük Zübeyde'nin sözleri herkesin vicdanında asılı kalmalıdır: "Benim adım Zübeyde kardeşim adı da Mevlüt Taha. Kardeşim bazen uyur gibi yapar ama aslında uyumaz". Ahh güzel kızım Mevlüt Taha artık uyanmayacak, çünkü uyur gibi yapmıyor.