Sözlükte “Zarar vermek, muhalefet etmek, sıkıntı vermek” anlamına gelen “dırâr” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de, Tevbe Suresi’nin 107. Ayetinde Mescid yani secde edilen, namaz kılınan yerle birleştirilerek “Mescid-i Dırar/Zararlı Mescid” olarak geçmekte ve örneklendirilmektedir.

Söz konusu “Mescid-i Dırar”, İslamiyet’e nifak sokmak ve Hazreti Muhammed’in gayretlerini baltalamak amacıyla inanmış görünen ikiyüzlü münafıklar tarafından Medine yakınlarındaki Kuba’da yapılmıştı. Münafıklar, açılışını yapmak üzere Peygamberimizi de davet etmişler ve Tebük Seferi’nden sonra davete icabet edebileceği cevabını almışlardı. Ancak, davet edenlerin kötü niyetlerini bilen Yüce Allah Tevbe Suresi’nin 107, 108, 109 ve 110. Ayetleri ile Peygamberini ikaz ederek o mescide gitmemesi gerektiğini bildirdi. Peygamberimiz de bunun üzerine o “Zararlı Mescid”i yıktırdı.

Nasıl ki teknolojik aletler, çeşitli makinalar ve hatta silahlar yerine ve kullanma amacına göre faydalı ya da zararlı olabiliyorsa Allah rızası dışındaki amaçlar için kullanılan, Müslümanlar arasına kin ve nifak sokulmasına yarayan sözde mescitler de öyledir. Esasen hiçbir cami, hiçbir mescit, hiçbir ibadet yeri kin ve nifak merkezi olmaz, olamaz, olmamalıdır ve bunu birtakım süfli amaçlar için kullanmaya yeltenenler, siyasete alet etmeye kalkanlar en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

Her nedense bazı çevrelerin Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradeye karşı bitmez tükenmez kinleri, tedavi edilmesi mümkün olmayan hastalıklar derecesinde düşmanlıkları var. Oysa düşünseler ve Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile “akledip ibret alabilseler” yanıldıklarını görüp şu andaki varlık sebeplerinin de o irade olduğunu anlayacaklar ama neylersiniz ki yine Kur’anı Kerim’in ifadesi ile “Kalpleri mühürlendiği” için bunu fark edemiyor, anlayamıyorlar. Din adına, dindarlıklarının gereği olarak bunu yaptıklarını sanıyorlar lakin kinlerini din haline getirmiş olduklarının farkında da değiller.

Atatürk ve arkadaşları Osmanlı’ya karşı isyan etmediler. Aksine bir zamanlar üç kıt’aya hükmeden o koca devin ellerinin ayaklarının bağlanıp çaresizlik içinde kıvrandığı, Pay-i Tahtında İngiliz ve Fransız bayraklarının dalgalandığı ve şairlerinin, “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini” diye feryat figan ettiği bir dönemde “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” diye ortaya çıkarak olağanüstü bir iş başardılar.

Bıçak kemiğe dayanıp o güne gelene kadar da mesela Mustafa Kemal bir Osmanlı Subayı olarak 1911 yılında Libya çöllerinde İtalyanlara, 1912 yılında Balkanlar’da Bulgarlar’a, 1915 yılında Çanakkale’de İngiliz ve Fransızlara, 1916 yılında Bitlis taraflarında Rusla’a, 1918 yılında Filistin cephesinde İngilizlere, 1921 ve 1922’de Sakarya ve Dumlupınar’da İngilizlerin maşası Yunanlılara karşı mücadele veriyordu. Bütün amacı Osmanlı’nın şanını ve şerefini kurtarmaktı. Osmanlı’nın Pay-i Tahtı İstanbul’daki Galata Kulesi’nde 1920 yılında İngiliz Bayrağı dalgalanırken işgalden sonra yeniden Türk Bayrağı dalgalanması O’nun sayesinde olmuştu.. O bütün bunları başarırken son Padişah Vahidettin bir İngiliz gemisine binmiş vatanı terk ediyor, bugün adına okullar açmaya kalkılan son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve İskilipli Atıf Efendi gibi hainler ise İngilizlere, Yunanlılara övgüler düzüyorlardı.

Şimdi birileri çıkıyor ve Atatürk’e hakaretler ediyor, üstü kapalı olarak O’nu ve Selanik’ten, Balkanlar’dan gelenleri dinsizlikle, kafirlikle suçlamaya yelteniyorlar. Müslümanlıktan az da olsa nasibini alanların böyle bir davranışta bulunmaları düşünülemez. Bu ancak ihanetle izah edilebilir. İnsanda şuur olmayınca, iman ettiği değerleri özümsemeyince Kur’an okuması, Arapça bilmesi de bir şey ifade etmiyor. İkinci Dünya Savaşları sırasında Arapları kandırıp Osmanlılara karşı kışkırtan İngiliz Casusu Lawrance’de sular seller gibi Arapça biliyor, Arapça bildiğine göre Kur’an-ı Kerim de okuyarak insanları kandırıyordu. Bugün Ortadoğu coğrafyasında “Allahu ekber” diyenlerin “Allahu ekber” diyenleri acımasızca kesip doğradığı kişiler de Arapça ve Kur’an-ı Kerim biliyorlar ama İslamiyet’in i’sinden bile habersizler. Haberli olsalardı durum bu hale gelmezdi. Onlar öyle de ya bizdeki örnekler? Ya burada “Müftü”, “İmam” payesine yükseldikleri halde IŞID kafası taşıyanlar?

İşte ne güzel; bir beklenti sona ermiş ve İstanbul fethinin sembolü olan Ayasofya nihayet bütünüyle ibadete açılmıştı. İyi niyetle yapılan bir işe sözümüz, “Allah razı olsun” demektir. Ancak millete bunun sevincini bile yaşatmadınız ki! Salgının kol gezdiği, millete “Toplu olarak bulunmayın, şunu yapmayın, bunu yapmayın” diye talimatlar verildiği bir dönemde yüz elli – iki yüz bin kişiyi orada toplayıp açılış yaparak salgının yayılmasına zemin hazırladınız. Yetmedi, hem de devletin Diyanet İşleri Başkanı elinde kılıcı ile minbere çıkarak tarihi gerçekleri ve o zaman için ülkenin bulunduğu şartları düşünmeden Devlet erkânının da hazır bulunduğu açılış günü Ayasofya’yı müze yapanlara açıktan lanet okudu. Yetmedi, Ayasofya’ya Baş İmam olarak tayin edilen bir akademisyen ileri geri konuşarak, saçma sapan teweetler atarak ortalığı bulandırdı. O da yetmedi, yine devlet erkanının da bulunduğu bir sırada Ayasofya kürsüsüne çıkarılan sarıklı cüppeli biri lanet okumayı, tekfir etmeyi sürdürdü. Her nasılsa “Müftülük” payesi verilen biri Düzce’de, Selanik taraflarından gelenleri dinsizlikle suçlayarak “İ’layı Kelimetullah” için Balkanları fethedip Viyana kapılarına dayanan akıncıların kemiklerini sızlattı, ruhlarını incitti.

Cami kürsülerinin lanet okuma, kin ve nefret saçma yerleri olmadığını bilmeyen bir kişi, sıfatı ve kadrosu İmam da olsa, Akademisyen de olsa, fetva makamına oturtulmuş da olsa İslamiyet’in i’sinden bile nasiplenmemiş demektir. Kaldı ki gerçekler çok daha farklıdır. Şöyle ki:

1453 yılındaki o büyük fetihten beri Cami olarak kullanılan Ayasofya 1934 yılında müzeye dönüştürülmüştü, doğru. Ama gerçekleri görmezden gelip saptıranlara, tarihten, politikadan, diplomasiden habersiz olanlara bu uygulamanın yanmış yıkılmış ve yok olmuş koca bir İmparatorluğun külleri arasından yeni bir devlet çıkarabilmek için yapılan bir manevra olduğunu anlatabilmek çok zor. Onun için detaya girmek istemiyorum. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki, o zamanki şartlar gereği ince bir politika yürüterek Ayasofya’yı müzeye çeviren irade, ebediyyen öyle kalmasını isteseydi, 1936 yılında tapusunu CAMİ olarak çıkartmaz, “Müze” olarak tescil ettirirdi.

İşte 1936'da tescil edilen TC TAPU SENEDİ’nde yer alan kayıtlar: Tarih: 19 Kasım 1936 (Yâni tescil tarihi Atatürk'ün vefatından tam 2 yıl önce) ili: Istanbul. ilçesi: Eminönü. Mahallesi: Cankurtaran. Sokağı: Babı Hümayun Vasfi: Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil AYASOFYAYI KEBİR CAMii ŞERiFi. Pafta: 57 Ada: 57. Cilt: 16/4 Sahife: 658.

Bu tapu kaydının doğru olup olmadığını Türk Tarih Kurumu Başkanı olarak uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Refik Turan’a sormuş ve “Bu çalışmayı kendilerinin yaptığı, tapunun doğru olduğu” cevabını almıştım. Devlette görev alanların elinde her türlü bilgi, belge ve doküman hazır olduğuna göre ortalığın bulandırılmasına sessiz kalmalarını anlamak mümkün değildir.

Emevi Halifeleri de, Ömer bin Abdülaziz’in Hilafetine kadar cami kürsü ve minberlerinden Hazreti Ali ile ailesine hakaret ettiriyor, küfürler savurtturuyorlardı. Şimdi ise Ayasofya’nın, kürsü ve minberlerinden, İstanbul’u adeta ikinci defa fethedip işgalden kurtaran Atatürk ve arkadaşlarına lanet okunup beddualar ediliyor.

O halde soruyorum: Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmiş olmasının sevincini yaşayıp yaşatmak yerine “Mescid-i Dırar” örneğinde görüldüğü gibi fitne saçan bir yer olmasına göz yummak doğru mudur?