Seneler evvel, kuzenimle Üsküdar Abbara’da otururken, hayat ve insanlar üzerine sohbet ediyorduk. Tabiidir ki bu sohbet, inançlara ve Tanrı’ya da varacaktı. Konuşmanın ilerleyen safhalarında kuzenimin, benim Tanrı diyerek kastettiğim şeyden çok farklı bir kavrama tanrı dediğini fark ettim. Onu hararetli konuşması içinde durdurdum ve: “Tanrı nedir?” diye sordum.

        Evrensel ve tek tip bir açıklamaya dalmaması için de: “Senin tahayyülünü/tasavvurunu soruyorum” diye ekledim. Sessizliğiyle meşhur hanımefendi, uzun süre düşündü ve: “Bu soruyu önce sen yanıtla Azra” dedi.

        Ben, başımı göğe çevirdim. Güneşin parlaklığına gözlerimi kırpmadan bakmayı denedim. Nihayetinde onun parlaklığı kazandı ve ben başımı tekrar kuzenimin yüzüne çevirdim. Güneşin gözümü kamaştırması neticesinde şimdi onun yüzünü de aydınlık görüyordum. O ânın bende yaptığı çağrışımla: “Zannediyorum ki Tanrının insanlardaki yeri, bir ışık gibi onu ancak kimin, nereden, ne kadar görebildiğiyle alakalı” dedim. Orada nasıl bir benzetme yapacağım bile zihin dünyamın hayal gücüne, kelime dağarcığıma, sınırlarıma bağlıydı. Yani Tanrı’nın affedici ve merhametli bir Yaratan olduğuna inanan kimse ile O’nun yalnızca gazabına odaklanan kimsenin günah kavramı aynı olamazdı.

         Tam bu noktada insan zihninde Tanrı tasavvurunu ilk inşa eden şeylere, dini öğretilere bakıyorum. Kutsal kitaplarda, Tanrı’nın pek çok cephesinden bahsediliyor. Tanrı bizzat kendisini farklı sıfat ve isimlerle insanlığa sunuyor. Yunan Mitolojisinin aksine her husus için bir Tanrı değil, her şeyden bina olan bir Tanrı tasavvuru çiziliyor. Bunları lisans öğrencisiyken günlerce, haftalarca düşündüm. Yunanların (Aşk gibi) belli başlıklar açıp, hepsine bir Tanrı tayin etmiş olması, bunun yanında Türklerin Gök Tanrı inancıyla Tanrı’yı, göç ederken kendilerini rahatlıkla görebilecek bir yere sabitleyen (çünkü gökyüzü, nereye göç edilirse edilsin oradadır) bir mekân algısı oluşturmuştu. Ve nihayetinde her yerde olduğuna inanılan bir Tanrı hem kuşatıcı ve hâkim hem de görünmezliğiyle ara ara unutulan, insanları vicdanlarıyla yalnız bırakan bir hâl alıyordu.

           Beni derinden sarsan bu konuşma, artık karşılaştığım insan kadar Tanrı Tasavvuru olduğunu bana gösterecekti. Bu konu üzerine eğildim ve hangi inancın mensubu olursa olsun Tanrı’yı nasıl nitelediklerini görmek için insanları uzun uzun dinledim. Bazı tanımlar kalbime değerken bazı tanımlar ruhumun yanından bile geçmedi. Olması gereken de budur, diye düşünüyorum. Yalnızca şuna dikkat ediyorum, bir Tanrı tasavvuru, yekdiğerini yani diğer insanların hayal gücünü aşağılıyor ise varlığı ancak başkalarının alçaklığı ile mümkünse o tasavvur bana hitap etmiyor. Günün sonunda politikacıların dediği gibi insan Tanrıya menfaatperest bir şekilde mi yaklaşıyor, onu hangi zamanlarda hatırına getiriyor yahut hayatının ne kadarına nüfuz etmesini talep ediyor/istiyor/izin veriyor, gibi sorular, baştan başa bir insanın zihin dünyasını sorguluyordu. Tanrı’nın varlığına pozitif ve negatif okumalarla yaklaşılabilir. Tasavvur edilirken ona özellikler atfedilebilir ve ona karşı iyi/kötü duygular beslenebilir. Neticede hiçbir tasavvur, Tanrı’nın kendisi değildir.

           Yüksek lisans tezi yazdığım bu vakitlerde, Medeniyetlerin Tanrı tasavvurlarının politik izdüşümleri üzerine araştırmalar yapıyorum. Bu araştırmalar esnasında çocukluk yıllarıma uzanan türlü soruların yanıtını buldum ve çok geçmeden, her gece daha büyük soru işaretleriyle başımı yastığa koydum. Bu alanda sorulara yanıt vermek iddiasında değilim. Ama doğru sorular sormak için çalışıyorum. Sokrates bize seneler evvel gösterdi ki yerinde ve doğru sorular, tüm düğümleri çözer.

           Prof. Dr. Ali Ulvi Mehmedoğlu’nun “Tanrıyı Tasavvur Etmek” isimli eserinde Martin Buber’den yaptığı şu alıntı zihnimde yeni bir pencere açıyor:

      “İnsan-Tanrı ilişkisinde duygusal kayıtsızlık ve uzaklık içeren Ben-O ilişkisi yerine diyalojik ve bütünleştirici bir Ben-Sen ilişkisi öneren Buber… Yaratan, vahyeden… gibi fiiller vasıtasıyla insanlarla doğrudan ilişkiye giren ve böylece doğrudan ilişki içine girmeyi ‘mümkün kılan’ ı kastettiğini belirtir”

           Bu kısmın alameti farikası benim için şudur. Mircae Eliade Ebedi Dönüş Miti isimli eserinde: “Her insani hareketin göksel bir arketipi vardır” der. Başka okumalarda da bugün insanlar tarafından yapılan tüm yönetim faaliyetlerinin aslında Tanrı’yı/Tanrıları taklit eden hareketler nispetince değerli olduğunu iddia ediliyordu. Mehmedoğlu’nun Buber’den yaptığı alıntıda da görüyoruz ki Tanrı, insana yaklaşırken, onun da kendisine nasıl yaklaşması gerektiğinin bir ilk örneğini/arketipini insanlığa sunmuş oluyor.

            Bu alanda okuma yapmak isteyenlere birkaç harika eser önerisiyle yazıyı sonlandırıyorum. Okuyanların Tanrı Tasavvurlarını bana iletmelerini rica ediyorum. Ve bu alanda önerdikleri bir kaynak olursa, önermelerini temenni ediyorum.

-       Prof. Dr. Ali Murat Daryal, Psiko-Sosyal Açıdan Medeniyetler ve Mesajları, İFAV Yay.

-       Prof. Dr. Ali Ulvi Mehmedoğlu, Tanrıyı Tasavvur Etmek, Çamlıca Yay. 2011

-       Karen Armstrong, Tanrının Tarihi, Pegasus Yay. 2019

-       Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme, Ayrıntı Yay,

-       Doç. Dr. Mehmet Fatih Doğrucan, Medeniyet Dili Olarak Türkçe 1-2, Altınordu Yay.

-       Sezai Karakoç, Yitik Cennet, Diriliş Yay.

-       İsmail Taş, Türk Düşüncesinde Kozmogoni ve Kozmoloji, Palet Yay.

-       Mircae Eliade, Ebedi Dönüş Miti, Dergah Yay.

-       Georges Balandier, Siyasal Antropoloji, Türkiye İş Bankası Yay.

-       Akif Hayta, Allah’a Bağlanmak, Bağlanma Kuramı ve Tanrı Tasavvuru İlişkisi, Onto Yay.

-       Rene Guenon, Varlığın Katmanları- Alemlerin Çokluğu, Sen Yay

-       Cemal Şakar, İmge, Gerçeklik ve Kültür, Okur Kitaplığı Yay.