Lozan Antlaşmasının 100’üncü yılında, Lozan antlaşmasında karara bağlanamamış bir konu üzerinde sizlere kronolojik olarak süreci anlatacak ve doğru bilinen yanlışları düzeltmeye çalışacağım. “Musul ve Kerkük Lozan’da verildi” şeklinde ki görüşlerin yanlış olduğu, hiçbir yerin hiçbir yerde verilmediğini, aksine alınmaya çalışıldığını ama bazı yerlerin alınamadığını anlatmaya çalışacağım. Bazı çevreler “Lozan 2023’te bitecek ve Musul-Kerkük bizim olacak” diyorlar. Bakın bunu samimi olarak söylüyorum “Keşke Lozan bitse de Musul-Kerkük bize geçse”. Ama bu mümkün değil, çünkü hem Lozan süreli bir antlaşma değil (yani 2023’te bitmeyecek), hem de Musul – Kerkük meselesinin Lozan antlaşması ile alakası yok, bu bölgeleri alamamamızı biz 1926 yılında ki Ankara Antlaşması ile tescil ettik. Bu konuları genel hatları ile bir incelemek istedim ve umarım bu yazının sonunda kafanızda soru işareti kalmaz.

Türkiye için Musul meselesi tam olarak 30 Ekim 1918’de Mondros ateşkes antlaşmasının imzalanması ile başlamıştır. Antlaşmanın hemen akabinde İngilizler 3 Kasım 1918’de Musul’u işgal girişimine başladılar. Bu tarihte Musul’a gelen İngiliz kuvvetler komutanı Marshall’ın emri ile General Lechman, Mondros ateşkes antlaşmasının maddeleri gereğince Musul’un tahliye edilmesi gerektiğini bölgede görevli olan Ali İhsan paşa(Sabis)’ya bildirdi. Fakat Ali İhsan Paşa, buna karşı çıkarak mücadele yolunu seçti. İngilizlerin verdiği notalar sonucunda yıldırma politikası başarılı oldu ve Ali İhsan Paşa geri adım atmak zorunda kaldı. Çünkü İstanbul’dan kendisine antlaşmanın gereğini uygulayarak, bölgenin İngilizlere teslim edilmesi söylendi. Ali İhsan Paşa, yine de “ben İngilizlere toprak teslim edemem” diyerek görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Musul’u Dadaylı Halil bey (Halit Akmansü), Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın emri ile İngilizlere teslim etti.

İngilizlerin bölgeyi işgali sonrasında bölgede tansiyon çok yükseldi. İngilizlerin Musul’u işgaline sadece Türkmenler ses çıkartıyordu. Araplar, İngilizlerin kendilerine verdikleri sözler dolayısıyla işgali sevinçle bile karşılamış olabilirler. Bunun yanında Kürtler çok memnun olmamakla birlikte İngiliz işgaline ve mandasına çok fazla tepki de göstermediler. Sebebi ise, bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurulması yönünde bazı söylentilerin olması ve İngilizlerin Kürdistan adında bir rapor yayınlaması olarak gösterilebilir.

İngilizler işgal ettikleri Irak - Musul hattında ki uygulayacağı politikaları Wilson yasasına göre uygulayacağı için bölgede ki etnik grupların hakim ya da azınlık olup olmadığı çok büyük önem kazanıyordu. İngilizlere göre bölgede ki çoğunluk Arap ve Kürtlerden oluşuyor, Türkmenler ise bölgede azınlık olarak kabul ediliyordu. Bu tutum muhakkak ki, oluşturulacak manda devlet ya da devletçiklerin alt yapısı oluşturmak ve bu halklardan Türkler tarafına geçmek isteyenlerin sayılarını en alt seviyede tutmaktı. Çünkü Wilson yasalarına göre, “halklar kendi geleceklerini kendileri tayin ederlerdi.” Yani bu bölgede ki halklar ya yeni kurulacak “Irak” devleti sınırları içerinde kalacak, ya Arap krallığına bağlanacak ya da Türk devletine katılabileceklerdi.

1921 yılı itibariyle Irak’ta İngiliz destekli bir devlet kurulması kararlaştırıldı. Bu devletin Krallık olması ve bu kralın da İngiliz yanlısı olması gerekiyordu. Buna göre Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın kral olması fikri ortaya atıldı. Bölgede kurulacak kukla bir devletin Kralı da kukla olmalıydı ama halkın da bu kralı benimsemesi ve kabul etmesi gerekiyordu. Çünkü İngilizler için asayiş her şeyden önce geliyordu. Halkın, yeni kralı tanıması ve kabul etmesi için Basra, Şam ve Musul kentlerinde propaganda yapıldı. Kral Faysal’ın hakimiyetini isteyip istemediklerini ölçmek için bir referandum yapıldı ve sonuç, Faysal’ın kral olarak kabul gördüğü yönündeydi. Bu şekilde 1921 itibariyle Türkmenler de her ne kadar istemese de Irak krallığına bağlandı.

Musul ve Kerkük’ün Irak krallığına bağlanması, TBMM tarafından tepki ile karşılandı. Misakı milli sınırları içerisinde bulunan bu kentler, Türk yurduydu ve elden çıkmasına razı olunamazdı. Mudanya mütarekesinden sonra bu konu Lozan antlaşmasının da en önemli başlıklarından biri oldu. Milli mücadele döneminde Musul’un kurtarılması için birçok askeri girişim olmuş fakat İngilizlerin bölgede ki ayak oyunlarından dolayı başarılı olamamıştı. Bu durum, zafer ile sonuçlanan Milli Mücadele sonrasında yapılan görüşmelerde telafi edilmek istendi. Fakat burada da İngilizlerin gizli hesapları bitmek bilmiyordu.

Lozan antlaşmasının açılışının yapıldığı konulardan birisi Musul meselesi idi. Türkiye Hükümeti adına İsmet Paşa(İnönü) yerini alırken, İngiltere adına Lord Curzon görüşmelere baş delege atanmıştı. Lozan görüşmelerinde ateşli tartışmaların yaşandığı oturumlarda İngiltere sürekli sınırları Irak ve Suriye hudutlarına çekiyor ve Türkiye’nin bu bölgenin dışında hiçbir hakkının olmadığını savunuyordu. Burada ki halkın Irak’ta kalmak istediğini ve Türkiye karşıtı olduğunu savunmakla birlikte, çoğunluğun Arap ve Kürtlerden oluştuğu iddia ediyordu. İsmet Paşa da buna karşılık, Kürt ve Türkmenlerin çoğunlukta olduğunu ve halkın çoğunluğunun Türkiye’ye katılmak istediğini ispatlarıyla anlatmaya çalışıyordu. İsmet Paşa, bu husus konuşulurken işlerin zora gideceğini daha önceden bildiği ve bu konuda taviz vermek istemediği için, en başından bölgede plebisit yapılmasının gerektiğini vurguluyordu. Hatta bu görüşe karşı çıkan Lord Curzon’a “Kral Faysal için yapılıyor da, halkın istiklali için neden yapılmıyor” diye çıkıştığı dahi bilinmektedir. Lord Curzon ise bu meselenin Lozan sonrası farklı bir mecrada görüşülüp karara bağlanması için ısrar etmekteydi.

Lozan görüşmelerinde bu mesele nihayetine kavuşturulamamıştır. Bu mesele tam da İngilizlerin istediği gibi Lozan görüşmelerinin sonrasına atılmıştır. Bu süreç de 1924 yılında yapılan Haliç Konferansı ile devam etmiştir. Haliç’te eski Bahriye nezareti binasında yapılan görüşmelere Türkiye Cumhuriyeti adına Ali Fethi(Okyar) katılmıştır. İngilizler adına ise Kurt bir müzakereci olan Percy Cox görev aldı. Bu görüşmeler sonrasında da tıpkı Lozan’da olduğu gibi bir sonuca varılamadı ve mesele Milletler cemiyetine intikal etti. Bu durum kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’nin istemediği bir senaryonun başlangıcı oldu. Çünkü Milletler cemiyetinin daimi üyesi İngiltere aynı zamanda bu cemiyette büyük bir söz sahibi iken, fakat Türkiye bu cemiyete üye bile değildi.

İşlerin buraya gelmesinin sebeplerinden birisi, her iki tarafın da Musul için savaşı göze alamamasıydı. Bir tarafta Milli mücadeleden yeni çıkmış ve yeni kurulmuş bir Cumhuriyet olan Türkiye, diğer tarafta ise yıllardır sürekli birçok cephede savaş yapan ve halkı artık savaştan bıkmış bir İngiltere vardı. Bu nedenle meselenin masa başında çözülmesi için azami gayret gösteriliyordu. Konunun Milletler cemiyetine gitmesinden sonra burada da Türkiye’yi Ali Fethi Bey temsil etti. Milletler Cemiyetinde görüşmelerde Türkiye tarafı bölgede Plebisit yapılması konusunda ki ısrarlarına devam ediyordu. Türkiye tarafına göre hem siyasi hem de hukuki yönden en doğru yöntem buydu. Fakat İngiliz tarafı da bunun tam tersi şekilde, bu uygulamanın hukuki olmasının bir anlam ifade etmediğini ve bu meselenin askeri mesele olduğu için bu yönteme yer olmadığını söylüyordu.

Milletler meclisi, sonuca varabilmek için bir komisyon kurulması fikrini ortaya attı. Bu komisyon tarafsız devletlerin temsilcilerinden oluşacak bir komisyon olacaktı. Bu teklif her iki taraftan da kabul gördü. Kurulan komisyon Macar, İsveçli ve Belçikalı delegelerin görev aldıkları için bu komisyon Üçlü komisyon adını aldı. Bu delegeler 1925 tarihi itibariyle Süleymaniye başta olmak üzere Musul, Kerkük ve Kifri bölgelerinde araştırma yapmaya başladı.

Burada komisyonun çalışmalarını anlatmaya geçmeden, Türkiye’nin süreci yönetirken aynı zamanda uğraştığı iç meseleleri de açıklamak lazım gelmektedir. Türkiye, bu zamanlarda doğal bir siyasi süreç geçirmemekteydi. 1923 yılından sonra ki Irak sınırında patlak veren isyanlar, bölge halkının doğal olarak ve kendi başlarına çıkardıkları isyanlar değildi. İsyanların çıktığı tarihler ve yerleri bakımından gerçekten de İngilizlerin bu olaylarla doğrudan da olsa ilişkilerinin olmadığını söylemek, bilgisizlik değilse art niyettir. 7 Ağustos 1924 tarihinde Güneydoğu Anadolu bölgesinde başlayan Naturi isyanı bu olaylardan bir tanesidir. Bu isyana İngilizler doğrudan destek vermişlerdir. Daha sonrasında ise 26 Eylül 1924’te bastırılan isyan sonrasında, isyancılar tam da beklendiği gibi İngiliz mandası altında olan Irak’a sığındılar. Bu durum da, İngilizlerin bölgede ki amaçlarına ulaşmak için her türlü ayak oyununa başvurduğunu görülmektedir. Bir diğer taraftan sadece o dönemin değil, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük olaylarından birisi olarak gösterebileceğimiz Şey Sait isyanının da tam da Musul görüşmelerinin sürdüğü dönemde patlak vermesi, bu isyanın İngiliz destekli bir isyan olduğunu kanıtlamaktadır. Hani cinayet büroda bir söz olduğu söylenir ya; “Katilin kim olduğunu anlamak için, cinayetin kime yaradığına bakmak yeterli” diye, işte bizim de bu isyanın kime yaradığını bildiğimiz için, İngilizlerden başka bir “katil” aramamıza gerek kalmamaktadır. Şeyh Sait isyanı Musul müzakerelerini sekteye uğratmış ve Türkiye Cumhuriyetinin Musul bölgesinde propaganda çalışması yapmasını engellemiştir. Buna karşın İngilizlerin etkisinde kalan komisyon bölgeye giderek belli araştırmalar yapmış ve Musul ve Kerkük’ün Irak’a bırakılmasının doğru olacağı fikrini Milletler cemiyetine sunmuştur. Türkiye, hem dış politikada İngilizlerle uğraşırken, aynı zamanda iç karışıklıklarla da mücadele ediyordu. Bu da Hükümeti zorluyor ve Musul meselesine gereken ehemmiyeti verememesine sebep oluyordu.

Türkiye’nin iç sorunlarına biraz değindikten sonra Musul üzerinde ki uzlaşmalara dönebiliriz. Musul’a üçlü komisyon delegelerinin gittiğini ve burada bazı araştırmalar yaptıklarını söylemiştik. Burada İngilizlerin bu komisyon üzerindeki etkisinin kesinlikle hafife alınmayacağını da belirtmek de gerekir. Heyet araştırmalar sonucunda bir rapor yayınlamış ve bunu Milletler cemiyetine bildirmiştir. Musul, Süleymaniye ve Kerkük’te halkın çoğunluğunun Irak tarafında kalmak istediğini söyleyen raporda aynı zamanda Türkiye’nin de haklarının korunması gerektiği vurgulanmıştır. Birçok ikilem barındıran rapor, Milletler cemiyeti tarafından kabul edilmiş ve sonuca varılması için yeterli kabul edilmiştir. Tabi bunlar olurken Türkiye tarafı yaptığı hamlelerin yetersiz olması sebebiyle, Milletler Cemiyetinin verdiği kararlara karşı çıkmayı başaramamıştır. Az önce bahsettiğimiz etkenler de bu süreçte elimizin zayıflamasına sebep olmuştur.

Milletler Cemiyeti’nin kararlarının açıklanmasına göre Musul, Kerkük, Süleymaniye, Tavuk, Telafer, Duhok, Selahaddin ve Erbil bölgeleri tamamen İngiliz mandası altında ki Irak’a verilmiştir. Musul’da çıkacak petrolün %10’unun 25 yıl süre ile Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmesi kararlaştırılmıştır. Fakat Türkiye bu hakkını da tam olarak kullanamamış ve 2 milyon sterlin değerinde petrol hakkını kullanamamıştır. Sürecin sonunda Türkiye tarafının hiçbir şekilde itiraz edecek bir durumu kalmamıştır ve sunulan bu maddeler doğrultusunda İngiltere – Irak – Türkiye arasında 5 Haziran 1926’da Ankara Antlaşması imzalanmıştır.

Musul ve Kerkük meselesi Türkiye tarafı için ekonomik yönden bir anlam taşımıyordu. Taşısa bile Irak petrolü belki de önem sırasına göre en son sıradaydı. Türkiye için Musul ve Kerkük bir Ahd idi. Ahdi Milli olarak çizilen Misakı Milli’nin bir parası idi yani vatandı yani namustu. Türk tarafının tezine göre kırk asırdır Türk yurduydu. Irak’ta yaşayan Türkmenlerin egemenliğine kavuşması ve Devletlerine kavuşması için yapılan bu mücadelede genç Türkiye Cumhuriyeti maalesef başarılı olamadı. Türkiye’nin mücadele ettiği hududun sınırları dışına çıkması demek savaştan yeni çıkmış bir halkın tekrardan büyük Devletlerle savaşa girmek zorunda kalacak olması demekti. Bu genç Cumhuriyet dizleri tuttuğu kadar yürümeye çalıştı ama hem iç hem de dış mihraklar el birliği ile dizlerinin bağını çözdü. Musul ve Kerkük yani Türkmeneli, nevi şahsına münhasır olarak bizim için Türk yurdudur ve öyle de kalacaktır. Umarım bu toprakların ahdi’ne yani anavatanına kavuşmasını dünya gözüyle hepimiz görürüz.