İçlerinde kendimi de gördüğüm bir grup insan, bu çağa aidiyet hissetmemekle, geçmiş zamanın insanı olmayı arzulamakla gurur duyuyor. Neden bir asır sonrasının değil de bir asır öncesinin içinde kendisini düşleyenler olarak çoğunluktayız? Buna, insanlığın teknolojik gelişimlerle birlikte ince ruhi hassasiyetlerini kaybetmesi ve geçmişteki duyguların bugüne kıyasla daha samimi daha saf görülmesi yanıtı verilebilir. Halbuki burada hemen şu soru ortaya çıkmaktadır: “Hiçbir zaman geri gelmeyecek bir ânın içindeki hissi, orada hapsetmek yerine geleceğe aktarmamız ve eğer öldüyse yeniden diriltmemiz mümkün değil midir? Neden geçmişin tekrarlanan akisi ile yetinir ki insan?

Bana kalırsa, insanların kendilerini geçmiş içinde konumlandırmalarının temel sebebi, geçmişin yaşanmış ve bitmiş olmasıdır. Daha doğrusu, bu başı ve sonu bilinen zamanın, bilinmeyenler dünyasında yaşayan insana güven veren bir tarafı vardır. Geçmiş olan herhangi bir asra gidilse zannediyorum ki her çağın yaşayanları içinde geçmişte kendisini bulanlar/düşleyenler vardır. Önceden resmedilmiş bir tablonun içine, istedikleri yere kendilerini bir motif olarak ekler insanlar. Bir tarihi karakter ya da dönemin koşullarına mutabık bir vatandaş olurlar, neye nasıl tepki verirlerdi, düşünürler. Halbuki herkese bir kez olsun istediği çağa gönderilme şansı verilseydi yine orada da bilinmezlik içinde yaşıyor olacaktı. Hiçbir geçmiş zaman, içindeyken “şimdi” den başka bir şey değildir.

Alper Canıgüz Gizliajans isimli romanında: “Aşk daima yaşanmış olandır, yaşanıyor olan değil” der. Çünkü bitmiş/tamamlanmış olanın büyüsü, artık yeni bir sürpriz barındırmadığından, daha tercih edilesi ve daha güvenli olandır. Buradan hareketle insanların kendilerini geçmişte yaşadıkları herhangi bir mutlu anda hayal etmeleri, onlara huzur vermektedir. Şimdi, onlara geçmiş ve yine geçmiş olunca kıymetini bileceği gelecek arasında bir köprüdür yalnızca.

Ve fakat zamanın Tanrısal bir örgü olduğunu düşünürsek, içinde diğer mefhumlarda olmayan bir denge unsuru olduğunu görebiliriz. Tamamen gelecek için yaşamak, onu düşlemek, ruhunu bilinmeyen ve meçhul bir zamanın ardında harcamak olacaktır. Bütünüyle geçmiş içinde yaşamaksa aslında yaşamamaktır. Çünkü yeni bir şey eklenmeyen ve devamlı önceki durumlar içinde dönen insan, gerçeklik algısını yavaş yavaş yitirecektir. Bilinir ki her kavram zıddıyla kaimdir. Geçmiş ve gelecek iki karşıt kavram olarak karşımıza çıkar. Bunun yanında “şu an”, “şimdi” bu iki kavramın tam ortasında ve üçüncü bir anlamdır. Bizler genelde müspet ve menfilikle anlamı kavradığımızı düşünür ve öylece bırakırız. Halbuki şu an, içinde bulunmakla “bilinir”, anlamı ve varlığı kavranamaz oluşuyla da “bilinmez”dir. Yani şu anın içindekiler olarak biz, devamlı geçmişi ardımızda bırakır, geleceğin içinden geçeriz. Bir önceki cümle, zihninizin geçmiş dehlizlerine indiğini, önünüzdeki diğer cümlenin de sıraya girmiş bir gelecek, sonra da o ân olduğunu görebilirsiniz. Gelecek her zaman şimdiden öncedir. Ne demek istiyorum? Şubat’ın başında olalım, Mart bizim için bir “gelecek” zaman bilinmeyenidir. Ve o zaman geldiğinde “şimdi” diye anılır. Demek ki bizim için vakitler gelecek, şimdi ve geçmiş olarak sıralanır. Nihayetinde insan öldüğünde, son ânı, şu ânıdır.

Zamana çeşitli anlamlar isnat edilebilir. Ama insan, tanımı ne olursa olsun zamanın içinden geçen ve kısmen ona sahip/kısmen ona ait bir seyyahtır. Bu bakımdan insan mekân değiştirmese de devamlı olarak saatler, günler ve aylar içinde seyahat edip durmaktadır. Yaşamı bir sür git olarak görmek yerine, ahenkle akan bir ırmak gibi görmek bizlerin geçmiş, gelecek ve bulunduğumuz anı daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.