Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” diye bir kitabı var. Yıllar önce duymuş ama okumamıştım.  Musa Ateş’in ölüm haberini alınca nedense aklıma bu geldi. Bülbül ölünce gül, gül ölünce bülbül ölmez mi? Baba evlat ilişkisi de öyledir.  

Sanıldığı gibi, bir kişiyi öldürmek, asla bir kişiyi öldürmek demek değildir. O bir kişi ile birlikte o kadar çok insan yara alır ki, tahmin edemezsiniz. Bazılarının yaraları derindir, sağalmaz, bazılarının daha satıhtadır, yavaş yavaş öldürür.  

Sinan Ateş öldürüleli 1,5 yıl oldu. O vuruldu bir aile, bir misyon vuruldu. Ama en çok yetim kalan çocukları, eşi, annesi, babası yakınları vuruldu. Bu gibi durumlarda katiller cezalarını alıncaya kadar bazılarının yaralarından oluk oluk kan akar.  

İşte Sinan Ateş'in babası Musa Ateş'in yarası da öyleydi. Oğlunun vurulduğu gün o da vurulmuştu, hem de kalbinin tam ortasından. Aylarca katillerinin cezalandırılmasını bekledi. O günü görse, belki acısı biraz hafifleyecekti. Ama boşuna bekledi, yargı çoktan dizginlerini kaptırmış, adalet dağıtan bir kurum olmaktan çıkmıştı.  

Musa Ateş, sıradan biri değil, bu hareketin çilesini çekmiş, bedel ödemiş bir gazi. Yetiştirdiği evlat onun kalitesinin, vatanseverliğinin göstergesi. Bin sene düşünse oğlunun içinde doğup büyüdüğü hareketin içinden birileri tarafından öldürüleceğini hesap edemezdi. Onu öldürtenler, ona kurşun sıkmakla, bedenini yok etmekle kalmadılar. Onun manevi varlığını yok etmek, kirletmek, böylece işledikleri büyük cinayete haklılık kazandırmak için envai çeşit iftiralar attılar. İdraki iğdiş edilmiş insanların zihninde;" o ölümü hak etmişti" imajı yaratmaya çalıştılar. Bunu yaparken aslında kendilerini ele verdiler. Ona yönelen silahı tutan el olduklarını gösterdiler.  

Yargı, her şeyi biliyor, bildiği için de ipe un seriyor. Biraz eşelediklerinde ipin ucunun nereye varacağını görüyorlar. Onun için 1,5 yıldır top çeviriyorlar. Bu kadar insanı bir cinayet için bir araya getiren hain odağın üzerine gidemiyorlar. Bir ülkede kuvvetler ayrılığı yoksa bağımsız bir yargı da yoktur. Onun için patinaj yapıp duruyorlar.  

Ülkücü hareket 12 Eylül'den önce şanlı bir mücadele verdi. Ağır bedeller ödedi. Kimse bu çocuklar ülkeleri için canlarını ortaya koydu, istikballerini feda etti demedi. Bayrağa, ezana, devlete kastedenlerle aynı muameleyi gördüler. Asıldılar, ezildiler, sağlıklarını, gençliklerini hapishanelerde bıraktılar. Çıktıklarında verdikleri mücadelenin üzerine menfaatperestlerin, istihbarat artıklarının, mücadele kaçkınlarının çöktüğünü gördüler. Kimi bir parça ekmek için onlara ram oldu, kimi savrulup gitti. O ruhu yaşatmak isteyenler ise en ağır iftiralara, baskı ve tehditlere maruz kaldılar. Çok ileri gidenler ise ya Ozan Arif gibi itibarsızlaştırıldılar ya da Sinan Ateş gibi saldırıya uğradılar.  

Bunun son olması, arkasındaki azmettiricilerin ortaya çıkarılıp cezalandırılmasına bağlıdır. Adres belli, organizatörler belli, ama ortada bir yargı yok. Onu harekete geçirecek olan, bu hareketin vicdanıdır. Biz susarsak -katiller- omuzlarımızda dans etmeye devam eder. Ne yazık ki, Ülkücü hareket, 12 Eylül'den önce bu ülkenin işgalini engelledi ama 12 Eylül'den sonra kendi hareketinin işgalini engelleyemedi. Şimdiden sonra bunu başarabilir mi? Dilerim başarır, yoksa tarih olup gider.