
İSTANBUL' U DİNLİYORUM
Sisli bir sonbahar akşamı, birazcık rüzgârlı Eminönü... Rüzgâr denizle dalga dalga gelip kıyıya çarpıyor. Sisten vapur seferleri iptal edilmiş, iskelelerden megafonlarla anons ediliyor. Trafik yine kilitlenmiş. Belediye otobüsleri, taksiler, otomobiller korna üstüne korna çalıyorlar. Özellikle taksilerden çıkan kollar muhtemelen önündeki taşıtın şoförüne küfürler sayan taksicinin beden diline yardımcı oluyor. Yayalar, aralardan birbirlerine çarpa çarpa geçmeye çalışıyorlar. Seyyar satıcılar da kimsenin göremediği ürünleri satmaya çalışıyor. Bağırışlar, çağırışlar, kestane, simit, yosun, süt mısır, balık ekmek kokuları, sis, rüzgâr arasında tam bir curcuna yaşanıyor. Eski zaman pazarları gibi ya da virân bir Anadolu kasabasının kavgasına benzer bir manzara…
Başımı çevirip baktığımda Yeni Cami tüm heybetiyle karşıda olup bitenleri seyrediyor. Sisi yaran minareleri, kubbeleriyle adeta asırlara meydan okuyan Yeni Cami... Aklımdan o an ’’Bu camide ne yeniçeri ağaları ne sadrazamlar ne padişahlar namaz kıldı!’’ diye geçiriyorum. Dönemin heybetli manzaraları gözümde canlanıyor. Pala bıyıkları, saldırmaları, kılıçlarıyla Osmanlı Türkleri geçiyor gözümün önünden. Yeni Cami’ nin sisi yaran minarelerinin heybetini buluyorum onlarda ve yüreğim Türk korkusundan ’’Mamma li Turchi: Anneciğim Türkler geliyor!’’ diyen İtalyan çocukları gibi heyecanlı heyecanlı çarpıyor. Başımı kaldırıp baksam sıra sıra nöbet tutan yeniçerileri görecek gibi hissediyorum. Yahya Kemal Bey’ e ve sapık da olsalar dîvân ozanlarına tüm varlığımla hak veriyorum. Aklıma İstanbul camilerinin pervazları geliyor. Pervazlar bu kültüre ayna tutuyor. Sağdan soldan geçenler, pervazlara konan güvercinler kadar bu tarihten bîhaberler… Gözlerimi kapatıp onları da karanlığa gömüyorum.
Yüreğime ürküntü veren bu şaşaa beni Yeni Cami' ye daha çok bakmaktan alıkoydu. Karanlığın ve sisin bastığı Boğaz' da, Eminönü' nde tüm ihtişamıyla direnen koca bir çınar... Yanından sessizce yürüyüp geçtim. Tekrar dönüp bakamadım, yaramaz çocuk gibi başımı öne eğdim azıcık da. Osmanlı tüm görkemiyle artık geride kalıyordu.
Zeyrek yokuşuna kadar yürüyorum. Korna sesleri biraz daha azaldı. Zeyrek Sarnıçları’ nın gün yüzüne çıkartılacağını haykıran büyük reklam tabelası ilişiyor gözüme. Herhalde bu sarnıçları yapanlar bile bu kadar reklamını yapmamışlardır, diye düşünüyorum. Yokuşu tırmanırken solda pilavcının etrafında birikmiş müşterileri görüyorum. Plastik kaşıklarını pilav tabağına hızlı hızlı sallıyorlar. Komik görüntü… Solumda duvarlarında eskimiş afişleriyle izleyicisine kendini beğendirmeye çalışan mahzun tiyatro binasını geçerken Bozdoğan Kemeri buyur ediyor eskiden at arabalarına geçit verdiği yoldan. Halen daha genzimde yosun kokusu hissediyorum. Martı çığlıkları işitiyorum. Başımı kaldırdığımda Şehzadebaşı Cami… Yok hayır olamaz! Tekrardan Osmanlı ihtişamıyla yüreğimi titretmek istemiyorum. Hızlanıyor yolun karşısına geçiyorum. Fatih Parkı’ na gelince saatime bakıyor, etrafın iyice karanlık olduğunun farkına varıp geri dönmek istiyorum.
Eminönü’ nde sisli bir sonbahar akşamının bana envâîçeşit duygular yaşatmasından dolayı İstanbul’ a minnet duyuyorum. Fatih Parkı’ nın ortasında ellerimi havaya kaldırıp gözlerimi kapatarak Orhan Velivâri bir edayla İstanbul’ u dinliyorum…
Yücel ÖNDER
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.