KONUŞMANIN ANA DİLİ İÇİN ÖNEMİ

Konuşma, insanlar arasında iletişimi kuran en basit ve en yaygın yol; düşünme yetisinden sonra insanı diğer varlıklardan ayıran, insanın sahip olduğu ayırt edici en bariz özelliği... Konuşmak, tıpkı demokrasinin erklerinden olan gazete gibi insanı insan yapan özelliklerin başında geliyor.

Konuşmadan iletişim kurmanın zorluğunu az çok biliriz. Küçükken oynadığımız sessiz sinemalarda ne kadar zorluk çektiğimiz hepimizin hatırındadır ya da ağız farklılıklarından dolayı yeni gittiğimiz yerlerde konuşurken karşımızdakinin dediklerini anlamakta birçoğumuz sıkıntı çekmiştir.

Aynı dili konuşan insanlar, aynı frekansta demektir. Bir Türk olarak bir İngiliz’ le 10 dakikada içli dışlı olamıyorken bunu bir Türk’ le hayli hayli başarırız. Çünkü aynı dili konuşmakta, aynı sözcüklerle düşünmekteyiz.

Konuşmanın ana dili için önemi oldukça büyüktür. İnsanlar konuşa konuşa belli bir üslûp edinirler ve kendi tarzlarını oluştururlar. İlk ve ortaokulda yüksek hitap gücüne ve sözcük çeşitliliğine sahip öğretmenle ders işleyen bir sınıfla yine dersleri bu özelliklere sahip olmayan bir öğretmenle işleyen sınıf arasında ana dilin gelişmesi ve kullanılması bakımından önemli farklılıklar olacaktır. Çünkü konuşmak, ana dili tatbikîyle mümkün olur. Öğretmen konuştukça ana dilinin güzelliklerine şahit olan öğrencilerin ana dili becerisi gelişir ve ana dilinin söyleyiş imkânlarını aramaya koyulur. Bu yaş grubundaki öğrenciler için öğretmen her şeydir ve öğretmenlerini her yönüyle model alır. Aynı şekilde konuşmaya çalışarak hem ana dilini geliştirir hem de özgün üslûbunu oluşturmaya başlar.

Konuşmanın ana dile tesir edemediği sahalar ülkemizde oldukça geniş… Zorunlu olarak yapılan öğretmen merkezli eğitimin yaygın ve sınıfların çok kalabalık olması sebebiyle öğrenciler yeteri kadar söz hakkı bulamayarak kendilerini ifade etmekten mahrûm kalmaktadırlar. Çocuklar evde de  ’’Sen sus, bilmezsin! Sus küçüğün, söz büyüğün! Büyüklerin yanında konuşulmaz…’’ gibi Anadolu kültüründen gelen bir uyarı sistemiyle aynı sıkıntıyı yaşadıkları için mahallede argo temelli, yöresel ağızla ana dili geliştirmektedirler. Çocuklarımızın ana dilini İstanbul ağzıyla gelişmesini istiyorsak 14-15 yaşlarına kadar hiç olmazsa kendilerini ifade etmelerine izin vermeliyiz. Onların mahalle aralarına sıkışmış Türkçe’ lerini sınıfa taşımalıyız. Avrupa’ da birçok ülkede buna benzer platformlar mevcuttur. Bilakis Almanya’ da gençlerin kendilerini ifade etmeleri için projeler geliştiriliyor. Ülkemizdeyse böyle girişimler MEB’ in henüz küstürmediği idealist öğretmenlerin bireysel çabalarıyla oluşmakta ya da küçük çaplı yerel yarışmalar düzenlenmekte… Onun içindir ki kendimizi ifade etme noktasında birçoğumuzun önemli zaafları var. En basiti televizyonlarda görürüz, kendisine mikrofon uzatılan insanların nasıl kem küm ettiklerini…

Kritik dönemde konuşma becerisi kazanmış bir çocuğun kendini her zaman daha iyi ifade ettiği görürken kitaplarla üniversitede tanışan bir gençte aynı başarıyı göremeyiz. Yine aynı şekilde bir insan ana dilini diğer dillere nazaran daha iyi ve daha hızlı öğrenir. Burada akla şöyle bir soru geliyor: Ana dilini konuşmak insanın bilinçaltında doğuştan şifrelenmiş şekilde bulunuyor mu? Cevap olarak şu gazete haberine bir göz atalım:

Bir İtalyan ailenin bebeği, İngiliz aileye evlatlık olarak veriliyor. Çocuk, İngiltere’ ye götürülüyor; haliyle İngilizce’ yi ana dili olarak öğreniyor. Çocuk 15 yaşındayken ağır bir hastalık geçiriyor ve hastalığın en ağır devam ettiği gecelerde, farklı dilde bir şeyler mırıldanıyor. Bu durumu normal bulmayan doktor, anne ve babadan çocuğun İtalyan bir aileden evlatlık olarak alındığını öğreniyor. Doktor, çocuğun mırıldandıklarını kasete kaydederek İtalyan aileyi buluyor ve kaseti dinlettiğinde dil bilim açısından devrim olabilecek bir gelişmeyi günyüzüne çıkartıyor: Çocuğun mırıldandıklarının gerçek annenin çocuğa 1-1.5 yaşlarında anlattığı bir İtalyan masalı olduğu ortaya çıkıyor. Doktorun kafası iyice karışıyor. Ne çocuk İtalyanca öğrenmiştir ne de o yaştaki bebeğin anlatılanları tümüyle hatırlaması mümkündür. Hal böyle olunca doktor bir makale hazırlayıp ana dilinin bilinçaltında şifreli bir şekilde mevcut olduğu ve bilinçaltına inildiği takdirde bunların hepsine ulaşılacağı tezini öne sürüyor. Doktor bu tezini kuvvetlendirmek için çocuk iyileştikten sonra çocuğun İtalyanca bilmediği ve hastayken neler mırıldandığını hatırlamadığından emin olup çocuğu İtalyanca kursuna gönderiyor ve çocuğun İtalyanca’ yı inanılmaz denebilecek kısa bire sürede öğrendiğini görüyor.

Evet, hal böyle; ben de doktor gibi düşünmekteyim. Çünkü insanlar geldikleri yere benzer, mensubu oldukları ırkın özelliklerini yansıtırlar. Hüseyin Nihal Atsız’ ın da dediği gibi Türklük ilk önce ’kan’da, sonra ’dil’de sonra ’dilek’tedir. Çocuğun hastayken İtalyanca mırıldanması kanla, yeni ailesinden İngilizce öğrenmiş olması dilekle ilgilidir.

Sonuç olarak konuşmanın ve kendini ifade etmenin ana dili için önemi yadsınamaz bir gerçektir. Söz gümüşse sükût altın değildir! Biz ne zaman konuşmaya önem verirsek işte o zaman büyük şairler, büyük romancılar, büyük insanlar yetiştireceğiz. Bundan 100-150 yıl öncesinin edebî ortamına halen imrenerek bakıyoruz ya da divan ozanlarının yaşadığı dönemlerin edebî lezizliğine hala hayranız. Halide Edip’ ler, Mehmet Akif’ ler ve tabi ki Mustafa Kemal’ ler yetişmemiş olsaydı Havza’ da, Sultanahmet’ te, Nasrullah Camilerinde ve yurdun çeşitli meydanlarında Türk milletine hitap etmemiş olsalardı bugün her şey çok farklı olurdu. Koskoca Roma İmparatorluğu’ nu ayakta tutan şey, yetiştirdikleri etkili hatiplerdi. Görüldüğü gibi konuşmak, büyük öneme sahip; yazımı Jean Paul’ un sevdiğim özlü bir sözüyle noktalamak istiyorum:

’’Büyük devrimleri yapan, insanoğlunun sesidir…’’


Yücel ÖNDER
Türk Eğitim-Sen
Esenler İlçe Başkanı

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arşivi