14 Mayıs seçimlerinden sonra –milliyetçilerin birliği üzerine -tartışmalar yoğunlaştı. Bu tartışmalar elbette faydalıdır ama bir birliğin oluşturulması o kadar kolay değildir. Çünkü siyasette sadece ilkeler, ülküler belirleyici olmuyor, daha çok belli menfaat gruplarının beklentileri, istekleri belirleyici oluyor. Kimse koltuğunu kaybetmek istemiyor. Daha önemlisi sistemin –milliyetçileri- iktidardan uzak tutma üzerine kurulmasıdır.  

Bu ülkede herkes, siyasal İslamcılar, İrancılar, solcular, hırsızlar, rüşvetçiler, etnikçiler, federasyoncular iktidar olabilir ama milliyetçiler olamaz. Bu olamazın milletin tercihi ile alakası yoktur. Oyun kuranlar, milliyetçileri iktidar yapmayacak kadroları, politikaları da belirlerler. Milliyetçilerin iktidarını engelleyenler, devletin içinde çöreklenmiş unsurlar ile onların siyasetteki uzantılarıdır. 

Sadece bir örnekle yetineyim. Ayrıntısı benim Elips yayıncılıkta çıkan “Kayıp Barış” isimli kitabımda var.  

Öcalan 1989’da yakalanıp adil bir yargılanmadan sonra idam cezasına çarptırıldı. Adil diyorum çünkü bu insanlık katilini 12 avukat savundu. Savunmalarına sınır konulmadı, istediği kadar söz hakkı verildi. İşte asıl oyun ondan sonra başladı. Öcalan’a idam verilir verilmez belli çevreler harekete geçtiler. Türkiye’de Avrupa’da kampanyalar yapıldı. AİHM jet hızıyla idamın durdurulması yönünde karar verdi. Ne kadar bölücü unsur ve dış destekçisi varsa idamı önlemek için yoğun bir çaba harcadı. 

Ama asıl önemli olan, bazı devlet kurumlarının da bu işe ön ayak olmasıydı. 

Bazı gazeteler Öcalan’ın asılmaması için sosyal mühendislik yaptılar. Çok sonraları Ertuğrul ÖZKÖK Öcalan’ın asılmaması için MİT’in kendilerine brifing verdiğini, kendilerinin de Öcalan’ın idam edilmemesi yönünde yayınlar yaptığını söyleyecekti.  

Öcalan’ın idamının gündemde olduğu 2000’li yılların başında o dönemin MİT yöneticileri Öcalan asılmasın diye olağanüstü çaba harcadılar. ANASOL-M Hükümetine önce idamı askıya aldırdılar sonra da AKP iktidar olunca idam büsbütün kalkarak Öcalan’a hayatını hediye ettiler. MİT yöneticilerinin o günkü argümanı asmayalım kullanalımdı. Oysa lider odaklı hareketlerde lideri yaşatmak örgütü yaşatmak demekti. Öcalan’ı yaşatarak dağılmaya yüz tutan PKK’yı yaşattılar. Onu yaşatanlar, hiçbir zaman onu kullanamadılar, tam tersine Öcalan hayatını kurtarıncaya kadar ilgili kurumları kullandı. Kurtulduktan sonra da dağılmaya yüz tutan örgütünü, avukatlarını göndererek devletin gözleri önünde yeniden organize etti. 

 O günün yöneticileri şimdi MHP’de teknik direktörlüğe devam eden Şenkal ATASAGUN ve Emre Taner gibi isimlerdi. Atasagun, 1998-2005 yılları arasında MİT müsteşarlığı yaptı. O tarihlerde hükümette bulunan Bahçeli’yi de MİT raporları ile ikna ettiler. Sonradan MİT’e yönelik eleştirilere “ABD bize asmama şartıyla verdi “diyerek kendilerini savundular. Oysa ABD asmama şartıyla değil adil yargılanma şartıyla Öcalan’ı teslim etmişti. 

12 Eylül döneminde ülkücüler de işkencelerden, hapishanelerden geçtiler. Ağır bedeller ödediler. Dokuz ülkücü, bu ülke Sovyet hegemonyası altına girmesin diye verdikleri mücadeleden dolayı idam edildi. Binlercesi gençliğini mahpuslarda bıraktı. Bir tek MİT görevlisi, devlet yetkilisi çıkıp,” bu gençler vatan için mücadele ettiler, ülkeyi uçurumun kenarından aldılar,” demedi. Ülkücüler ülküdaşlarının çaresiz çırpınışları dışında kendilerine sahip çıkacak kimseyi bulamadılar. Birkaç yıl sonra Apo için kendini paralayanların hiç biri kendi vatanseverliğini boğan bu acımasızlığa itiraz etmedi. Çünkü ülkücü dediğin gerektiğinde ölmeliydi.  Lakin büyük stratejiler(!) için Öcalan gibi hainler de yaşatılmalıydı.  

Evet milliyetçiler birleşmelidir ama bu kafa devlet ve siyasete hakim oldukça bir araya gelmek ham hayaldir. Bugün MHP’yi AKP’nin sacayağı haline getirenler de aynı çevrelerdir. Milliyetçiler, –istihbarat artıklarının vesayetinden- kurtulmadıkça bırakınız birlik olmayı daha da ufalanmaya devam edeceklerdir.