Yıllar önce, Azerbaycan’da bir taziye meclisinde bulunmuştum. Meclisin hocası tilavet ve duadan sonra geleneğe uygun olarak dini sohbet yaptı. Konuşmasından ilahiyat tahsilinin olmadığı belli olsa da hocanın hem samimiyeti hem de olaylara ilginç yaklaşımı bende ona karşı saygı uyandırmıştı. Taziyenin sonunda tanıştık. Ben, Marmara İlahiyat mezunu olduğumu söyleyince sohbetimiz koyulaştı. Benim hem Sünni-Hanefi bir aileden gelmemi ve tahsilimi de Türkiye’de almamı normal karşılaması ise Caferi mezhebine mensup olan bu hocanın olgunluğundan kaynaklanıyordu.

Tabi ki, haliyle konu Sünni, Şii mevzuuna geldi. Ben, Azerbaycan’da bazı tabuların yıkılması gerektiğini, maalesef bu konuda toplumsal algının yanlış şekillendiğini söyledim. Azerbaycan’da Peygamber evlatlarının genel bir isim olan “Seyit” sözü ile tanımlanmasına karşılık, Osmanlı devletinin bu konuda daha hassas davrandığını, Hz. Hasan soyundan gelenlerin “Şerif”, Hz. Hüseyin soyundan gelenlerin ise “Seyit” olarak isimlendirildiğini bildirdim. Osmanlı devletinin seyit ve şeriflere özel saygı gösterdiğini, onlara hukukî, kültürel ve iktisadî alanlarda imtiyazlar tanıdığını ifade ettim. Yine Osmanlıların hukukî yapısında seyit ve şeriflerin toplumdaki saygınlıklarına uygun olarak önemli ayrıcalıklara sahip olduklarını hatta onların birtakım vergilerden muaf tutulduklarını vurguladım. Bugün Türkiye’nin birçok Camilerinde bile ALLAH, Muhammed ve Râşit halifelerden sonra Ehlibeyt isimlerinin yazıldığını da ilave ettim. Ehli Beyti sevmenin ayetin emri olduğunu bir Sünni’den duymak ise hoca için bir sürpriz olmuştu. Özellikle de birçok Sünni ilahiyatçının Emevi despotizmi ve onun temsilcileri olan Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezit konusunda Şiiler kadar öfkeli olduğunu söylemem de hocaya ilginç gelmişti. Hatta “hocam Sünni aleminde çocuklara en çok Ehlibeyt isimleri verilirken evladına Ebu-Süfyan, Muaviye veya Yezit ismi verenleri hiç duydunuz mu?” mealindeki sualimi de şaşkınlıkla karşılamıştı muhatabım.

Oysaki, bunlar gerçeklerin sadece bir kısmı idi. Zira Sünni mezhebinin hem akait hem de fıkhî öncüsü konumunda olan İmam Ebu Hanife yaşamı boyunca Ehlibeytin hakları için hapislere atılmış, işkenceler görmüş ve bu uğurda da şehit edilmiştir. Tahsilini çoğunlukla Ehlibeyt imamlarından, özellikle de Caferi Sadıktan alan Ebu Hanife hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yasamış, her iki dönemde de Ehlibeyt konusunda yönetimle ters düştüğü için ağır işkenceler görmüş ama yolundan dönmemiştir. Hatta bazı kaynaklar onun Zeydi isyanına büyük miktarda maddi yardımda bulunduğunu da kaydetmektedir.

Şimdi hal böyleyken, ekser Şii kardeşlerimizin Sünni kardeşlerini sanki Ehlibeyt ile sorunlu görmeleri, bu noktadan hareketle meseleyi daha değişik boyutlara taşımaları çok üzücü bir durumdur. Özellikle de son Karabağ savaşında Azerbaycan’ın kısmi ama önemli zaferinden sonra İran’ın Azerbaycan’a karşı agresif tutumunu sırf mezhep taassubu ile hoş gören Şii kardeşlerimizin yanlış düşündüklerini söylememiz gerekmektedir. Evet İran Azerbaycan’ın komşusu ve din kardeşidir. Bu iki halk asırlardır kader birliği yaşamaktadır. Ama maalesef Azerbaycan’ın topraklarını işgal eden Ermenilere karşı İran devleti hiçbir zaman

Müslümanca tavır sergilemedi. Hatta denebilir ki, İran savaşın başladığı, geçen asrın 90’lı yıllarında sınırlarını Ermenistan’a kapatsaydı, sonraki dönemlerde Ermenilerin Azerbaycan halkına karşı yaptığı soykırım ve işgaller de yaşanmazdı. Ayrıca yıllardır İran’da yasayan 30 milyon Azerbaycan Türküne karşı uygulanan çok yönlü asimilasyon politikasının İslami değerlerle izahı edilebilir mi? ALLAH’ın fertlere ve toplumlara vermiş olduğu en temel haklardan olan ana dilinde konuşma özgürlüğünü kısıtlamak, o hakki verene karşı baş kaldırmak değil mi? İkide bir Azerbaycan’a tehditler savurmakta neyin nesi acaba? Oysaki, hakki söylemek gerekiyorsa, yârim asırdan fazladır ülkenin başına musallat olmuş Aliyevler sülale rejimi bile her zaman İran ile olan komşuluk ve dindaşlık konusunda hassas davranmıştır.

Evet, sunu önemle vurgulamak gerekiyor ki; Caferi kardeşlerimizin mezhep taassubu ile İran’ın tavırlarını hoş görmesi dini malumatın eksikliğinden ve temel bilgilerin tahrifatından kaynaklanıyor. Azerbaycan halkının inanç dünyasında kök salmış olumsuz ve tehlikeli elementlerin birçoğu da tarih boyu bu damardan beslemiş ve beslenmektedir. Ayrıca bu konuda unutulmaması gereken temel noktalardan biri de bugün Fars şovenizminin ideolojik silah olarak kullandığı Caferiliğin Türk Safeviler tarafından kurumsallaştırıldığı gerçeğidir. Bu konu çok yönlü, derin ve uzun analizler gerektiği için burada ona temas etmeyeceğiz. Lakin Safeviler ile kurumsallaşın ve siyasileşen Caferiliğin birçok yönü ile Peygamber, sahabe ve tabiin döneminin tarihsel hakikatlerinden koparılıp, Arap toplumunun sosyal, siyasal ve kültürel gerçeklerinden soyutlanarak, sırf duygusal ve hayal ürünü argümanlar üzerine şekillendirildiğini söylemek gerekiyor. Böyle bir durumda ise Müslümanlar arasına nifak salmak isteyenler bu fırsatları ustalıkla kullanmış ve kullanmaktadır. Bunun ispatini ise bugün Azerbaycan’da İslamin i-sinden, dinin d-sinden, mezhebin m-sinden, tarihin t-sinden, sosyolojinin s-sinden haberi olmayan milyonlarca saf ve samimi insanın din, mezhep, Ehlibeyt adi ile Sünni dünyasını ötekileştirip, İran’ı adeta kutsamasında görmek mümkün.

Oysaki, gerçekler tam farklıdır. Zira İslam dünyasının fitneci başı olan Muaviye zor yolu ile iktidarı ayyaş oğlu Yezide ötürdükten sonra, Yezit ilk olarak Hz. Hüseyni kendisine biat ettirmeğe kalkıştı. Bunun üzerine ise Hz. Hüseyin ailesi ile Mekke’ye gitti. Bu arada

Kufe’liler de mektup ve elçiler ile Hz. Hüseyni ısrarla küfeye davet etmeğe başladılar. Hz. Hüseyin Kufe’lilerin hem babası Hz. Ali’ye hem de abisi Hz. Hasan’a ihanetlerini biliyordu. Bu yüzden durumu araştırmak için amca oğlu Müslim bin Akil’i Kufe’ye gönderdi. Lakin Akil’in ihanetle şehit edildiği haberini almadan kendisi de Kufe’ye doğru yola çıktı.

Hazreti Hüseyin ve yanındakiler Yezid taraftarları ile Kerbela'da karşı karşıya geldi. Babası Hz. Hüseyin'in izni ile çadırdan çıkan 19 yaşındaki Aliyyü'l Ekber Kufeliler tarafından mızrak ve kılıç darbeleriyle şehit edildi. Azgınlaşmış Kufeliler daha sonra Hz. Hüseyin'in diğer çocukları Cafer ve Abdullah'ı şehit ederken, ölen ehlibeyt mensuplarının başlarını kesmek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Savaşa atılan Hazreti Hüseyin ile teke tek savaşmaya cesaret edemeyen Kufeliler, hep birlikte onun üzerine saldırdılar. Aldığı ok ve mızrak darbeleriyle atından yere düşen Hazreti Hüseyin'in başı kesilerek yezidin sarayına gönderildi. Mübarek bedeni ise atların ayakları altında çiğnetildi. Bu ihanet ve alçaklıkları yapanlar ise Kufe’lilerdi. Ehlibeyte karşı her türlü alçaklıkları yapıp sonra da timsah gözyaşları dökerek suçluluk psikolojisi içerisinde ihanet ettiklerini, yere-göğe sığdıramayan Kufeliler. Evet İslam dünyasının Barabbascilari olan Kufeleiler. O Kufeliler ki, sadece Ehli Beyte ihanetin öncüluğunu yapmadılar hem de İslam ümmeti arasına kıyamete kadar devam edecek fitne tohumlarını ektiler. Üniversitede öğrenciyken bir hocamızın “Ehli-Beyte yaptıklarından dolayı hicaz ve kufelilerin kıyamete kadar iki yakası bir araya gelmeyecek” mealindeki sözleri aslında meselenin gerçek resmini ortaya koymaktadır.

Şimdi bu sorunların çözümü için Azerbaycan’da sağlam bir din ve felsefe eğitiminin temelleri atılmalı, devlet ise bu yöndeki çalışmalara en azından mâni olmamalıdır. Aksi halde, yâri ümmi, yâri cahil milyonlarca saf niyetli insanın inanca dönüştürülmüş kültür argümanları üzerinden gerçeklerden yoksun bırakılması hem o insanları kotu niyetlilerin ellerine bırakmak hem de hem dine karşı ihanet olurdu.

NOT-1; Öncelikle ifade edeyim ki, bu yazının amacı Azerbaycan’da mezhep adı altında yanlış bilgilendirilen ve yanlış yollara çekilmek istenen milyonlarca Caferi kardeşimizi onlardan saklanan gerçekleri ile tanıştırmaktır. Şunu da vurgulamak gerekiyor ki, ben burada Sünnilik propagandası yapmıyorum. Zira, Emeviler ve fitne başı olan Muaviye saltanatı ile başlayan İslam dinini tahrip etme cabalarını görmezden gelen Sünniler de tarihte az olmamıştır. Lakin burada önemli olan husus bu çatlak seslerin Sünnilikte iman veya İslam esasları arasına girememesidir.

NOT-2; Yukarıda Kufe’liler için söylediğimiz Barabbas mevcut 4 İncilin hepsinde yer alan soyguncu, zalim ve katil bir figürdür. Kaderin ilginç bir tecellisidir ki, Barabbas aynı zamanda Hz. İsa’nın da zindan arkadaşıdır. Dönemin yerleşik geleneğine göre eski Yahudi bayramı olan Fısıh günlerinde mahkumlardan biri affedilirmiş. Romalıların Yahudi’ye valisi Pilatus suçsuz olduğuna inandığı Meryem oğlu İsa’yı affetmek ister. Bunun için caba harcar ama gel gör ki, Yahudiler İsa’nın değil Barabbasin affedilmesi için ısrar etmekteler. Öyle de olur. Bir sonraki sene yine aynı olay tekrarlanır. Yine Barabbas affedilir, İsa Mesih ise her türlü hakaret ve işkencelerden sonra çarmıha gönderilir. Ne ilginç ki, Hz. İsa’yı çarmıha gönderenler daha sonra Onu yere göğe sığdıramayan, hakkında bin türlü methiyeler dizen, hatta Onu ALLAH’ın oğlu yapacak kadar ileriye gidenlerin öncüleri oldular. Tıpkı Kerbela’da Ehli Beyti vahşice katledip sonra da Ehlibeyt güzellemeleri ile timsah gözyaşları dökenler gibi. Yani Kufeliler gibi. Hem de arkalarından asırlar boyu devam edecek olan fitne tohumunu eken Kufeliler gibi…

NOT-3; Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu tarafından Pandora adi ile yayımlanan belgelerde Azerbaycan’ı işgal etmiş Aliyevler ailesinin yine halktan çaldığı yüz milyonların tutanakları ortaya çıktı. Ne diyelim, ALLAH gözlerini doyursun