Ağlamak ister misiniz?

İnsan bazen insanlığından utanır bazen de insan olduğuna şükreder. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” sözü nasıl olur da yaklaşık sekiz asırdır doğruluğunu korur? At izinin, it izinin ve kurt izinin birbirine karıştığı günlerde farklı bir konuda yazmak istedim. İnsana dair…

Yıl 2024, Ekim ayının onbiri…

Kontrol amaçlı kan tetkiklerimi yaptırmak üzere Bilkent Şehir Hastanesine gitmiştim. Aç karnına kan verdikten sonra doktorumun önerisiyle kahvaltımı yapmış, tokluk kan şekeri için 2 saatlik sürenin dolmasını bekliyordum.

Salonda bulduğum boş bir yere oturmuş, hem cep telefonundan e- postaları kontrol ediyor hem de bir şeyler okuyordum. Bekleme salonu kalabalık olmasına rağmen sessizdi, herkes kendi aleminde, genç yaşlı demeden, ben dahil büyük çoğunluk cep telefonlarının mahkumiyetinde(!).

Sessizliği yüksek frekansta bir çığlık bozdu. Bir çocuğun ardı ardına, "anne, anne, anne..." sözlerini işitince dikkat kesildim. Sağa sola göz gezdirirken 7-8 yaşlarında bir erkek çocuk ve yanında orta yaşlı, başını tıpkı annem gibi Anadolu usulü bağlamış bir kadın çarptı gözlerime.

Kadın hiçbir şey yapmadan öylece duruyordu. Biraz da insanlar rahatsız oluyor mu acaba dercesine derin bir mahcubiyet vardı yüzünde. Çaktırmadan etrafı gözlüyor, ne kadar kişi çocuğun sesiyle ilgili, acaba tepki gösteren, rahatsızlığını belli edecek kimse olacak mı sorularına kendince cevap arıyordu…

Çocuk aynı kelimeleri bazen avazı çıktığı kadar, bazen inleyerek, koridorların öte başından bile duyulacak şekilde bağırırken, bazen de yanındaki kadına istemsiz hareketlerle dokunmaya ve hatta zarar vermeye çalışıyordu. Kadın ise kendisine vurmaya yeltenen çocuğun ellerini tutmakla yetiniyordu, çaresizce.

Çocuk, bağırmaya mola verip duraksadığında ise sağa sola başını sallıyor, arada gülüyor, kaşlarını çatıyor, elleriyle garip hareketler yapıyordu.

Türkiye'nin muhtemelen en büyük hastanesi. Bütün hastaneler gibi burası da tıklım tıklım… Meraklı gözlerin çoğu, ne olup bittiğini anlayamadan sadece bakıyordu. Bir kısım insanlar, "şu kadın bu çocuğu neden susturmaz" modundayken bir kısmı da "zalim kadın, bir de çocuğun elini ayağını tutuyor. Bari bağlasaydın" havasındaydı.

Ben ise halen ne yapmam gerektiğine karar vermeye çabalarken hem kadınla çocuğu hem de etraftakileri izliyordum.

Aniden yerimden kalktım ve onlara doğru yürüyerek, çocuğun yanındaki boş oturağa iliştim. Çocuk beni hissedince sustu, başını kaldırdı ve yüzüme baktı. Gülümsedim, sevgiyle saçlarını okşamaya başladım. Garip bir şey oldu ve çocuk bağırmaya son verdi, o da bana gülümsüyordu. Ne kendisine ne de yanındaki kadına zarar veriyordu. Kadın çocuğun elini bırakmış, merakla beni izliyordu.

Sohbet etmeye başladık. Kadın çocuğun anneannesiymiş. Kızı doktoruyla görüşmeye gitmiş, torunuyla birlikte onun gelmesini bekliyorlarmış. Ben halen çocuğun başını okşuyordum, ara verdiğimde kıpırdanıyor ve bana lütfen durma, devam et mesajı veriyor gibiydi.

Otistik mi torunun, soruma, evet nereden biliyorsun dedi. Ben de “bilirim, ateş düştüğü yeri yakar bilirim, etraftaki duyarsız bakışları da bilirim, çünkü benim yeğenlerimden birisi de otistiktir, hem de en ağır sınıftan,” dedim. Kadın rahatladı, duygudaş birisini bulmanın hoşnutluğuyla ağlamaya başladı. Yanaklarından aşağıya süzülen gözyaşları, yokluğun, çaresizliğin ve yalnızlığın gölgesi misali, su akar yatağını bulur tecrübesiyle çenesine kadar ulaşmıştı.

Bende film koptu ve kendimi duygu yoğunluğunun seline bıraktım. Kadınla birlikte sessizce ağlıyorduk. Ben kadından gözyaşlarımı saklamaya çalışırken kadın da benden saklama çabasındaydı. Baktım olmayacak, kadına döndüm, "rahatla kardeşim, bırak istediği gibi aksın gözyaşların, hem ağlamak ayıp değil ki, gözyaşı insan olmanın alametidir. Kaldı ki ben ağlayan hayvan dahi gördüm" dedim.

Sahi mi, nasıl, diye sordu. Dedim ki, ortaokul yaşlarımdaydım, Muş’un Bulanık ilçesinin, Arakonak köyünde henüz birkaç günlük bir buzağımız ölmüştü. Annesi buzağının başından ayrılmak istemiyor, bir taraftan yavrusunu yalarken öte yandan böğürüyordu. Ve her iki gözünde büyükçe birer damla yaş vardı. O bir hayvandı ama ağlıyordu, evet yavrusuna ağlıyordu… Bizatihi bu gözler gördü o manzarayı…

Sözümü tamamlamamla birlikte, kadının gözyaşları boşaldı ve başladı konuşmaya.

"Buralarda rezil oluyoruz, ne olur bu gibi hastaların önceliği olsa, bir rapor verecekler, git gel git gel, canımızdan bezdirdiler bizi. Yetmiyormuş gibi etraftaki anlayışsız insanların kahredici bakışları, sanki biz çocuğumuzla ilgilenmiyormuşuz gibi göz süzmeler, hatta bazen laf atmalar. Bak annesi gitti doktorlarla görüşmeye, ben anneanne olarak üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum, ellerini tutuyorum ayaklarıyla vuruyor, bacaklarını tutuyorum kollarıyla saldırıyor."

İki saatlik sürem dolmak üzereydi, kan vermeye gitmek için kadından müsaade istedim. Çocuğun ellerini tuttum, öptüm, saçlarını son kez okşadım ve ayrıldım. Ayrılırken, “lütfen kendinizi dışlanmış hissetmeyin, buranın kralıymış gibi davranın,” diyerek güven ve cesaret vermeye çalıştım.

Birkaç adım atmıştım ki, çocuk yeniden anne, anne diye seslenmeye başladı. Benim alışık olduğum bir durumdu bu ve maalesef yapacak çok şey yoktu.

Yürürken, otistik yeğenimle yıllar önce yaşadığım acı bir anı, film şeridi misali gözlerimin önünden geçti. Yeğenimi rutin kontrol ve tedavi amaçlı Türkiye in en iyi üniversitelerinden birinde en bilinen otizm uzmanı doktora götürüyorlardı. İlaç düzenlemesi yapılacak ziyaretlerden birine ben de hastaneye kardeşim ve yeğenimle birlikte gitmiştim.

Randevu saati bir hayli geçmişti ki sıranın bize geldiğini gördük. İçeri gireceğiz, doktor muayene edecek, soru soracak, bilgi verecek, ben de doktora bazı şeyler soracağım beklentisindeyim. Doktor-Hasta-Hasta yakını ilişkisinin normali de budur zira. Ama öyle olmadı…

Biz doktorun odasına gireceğiz diye beklerken, doktor kapıyı araladı, tam açmadı bile, hasta yeğenime göz ucuyla baktı ve gerisin geri odasına gitti. Giderken de "ben reçeteyi düzenlerim, siz gidebilirsiniz" dedi.

Kardeşime döndüm, "hepsi bu mu, bitti mi" dedim. "Evet hepsi bu" demesiyle başımdan kaynar sular dökülmüş gibiydi Sadece bedenim değil içim, yüreğim, insanlığım yandı. Köyümüzdeki ineğin yavrusuna şefkatini hatırladım…

Allah bazen bazı insanlara eşsiz fırsatlar sunar. Bunlardan bazılarının maddi, bazılarının ise manevi karşılığı olur. Bunlardan birisi de "insana insan olduğunu gösterebilme fırsatıdır." Anlayana ne büyük bir hazine. Bunun dinle falan da bir ilgisi yoktur. Müslüman, Hristiyan, Musevi, Deist, Ateist olmuş hiç fark etmez...

Otistik çocuk, doktorun ilgisini ne kadar fark eder, bilemem. Ama doktorun o çocukla birkaç dakika da olsa ilgilenmesi, başını okşaması, gözlerinin içine bakması belki hastaya bir şey katmaz, belki otistik kişi bu ilginin farkında bile olamayacaktır.

Peki ya ailesi? Bir gün değil, bir ay değil, bir yıl değil, on yıl değil, yıllarca gece gündüz, tabir caizse bir ömür, o çocukla birlikte yaşayan o aileye mutlaka ama mutlaka bedeli ölçülemeyecek bir moral yükler… Bilirim ki doktorların da işi zordur ama kapı aralığından bakmak da neyin nesi? Siz gidin ben reçeteyi yazarım demenin başka bir alternatifi yok muydu?

Be hey insanoğlu, Hz. İsrafil sura üfledi de haberimiz mi olmadı? İnsan olmak nasıl bir şey? İnsanla hayvan arasında en belirgin ayrım nedir? Ne olur, sokakta, hastanede, parkta, kampta, nerede olursa olsun engelli her bireyle karşılaştığınızda, özellikle de otistik canlarla, onların aileleriyle duygudaşlık (empati) kurun, kendinizi onların yerine koyun ve çam sakızı çoban armağanı misali el atın… Hiçbir şey yapamıyorsanız, tebessümle selam verin, gönül alın…

Ağlamak ister misiniz? Ağla gözlerim ağla, bari şad olduğun günlerin hatırına ağla, üzgün olduğun günler için ağladıklarını yok say ve sadece bu çaresizliğe ortak olmanın berdeliyle, insan olmanın erdemiyle ağla, ağla…

20 Mayıs 2025

Ankara

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Yavuz Koca Arşivi