Ellili yaşlarını süren orta yaşta sayılabilecek biri olarak eğitim sisteminin her basamağında çağdaşlarımın çoğunun (bazen şahsımın) bolca şiddete maruz kaldığına şahit oldum.

Dalgınlıkla teneffüsün bittiğini anlamadığım için arkadaşımla sohbet ederken arkadan gelip kulağıma incecik sopayla vuran hayvan mı dersin...

Demir çubukla kafa göz patlatacakken sopa elinden son anda alınan, küçücük çocukları sıranın altına sokarak üzerinde tepinen psikopat mı dersin...

Sinüzit olduğum için taktığım şapka yüzünden suratıma tokat geçirip gözlüğümü kıran mı dersin...

Evcil hayvanlara uygulanan kötü muamelelerin sıkı kontrol edildiği Norveç'in kedi köpekleri kadar bile haklarımız yoktu.

Çoğu zaman okulda yaşanan okulda kalıyor, veliler ve yönetim yaşanan şiddete tepkisiz kalıyor ve çocuklar da şiddeti içselleştiriyordu Adeta bazı öğretmenlerin boks torbası, stres topu gibiydik. Özellikle kırsal kesimden gelen fakir öğrencilerin tercih ettiği meslek liseleri, Kuran kusları ve imam hatiplerde, acemi birliklerinde olay sanatsal bir boyut kazanmıştı.

Peki eğitimde araç olarak kullanılan yaygın şiddet daha kaliteli ve iyi insanlar olmamızı sağladı mı? Belli ki hiç işe yaramamış. Çocuklukta gördüğümüz yaygın şiddet sorunları açıkça konuşan, analiz eden, bildiğini dürüst ve korkusuzca savunan bireyler olmamızı engelledi. Sıklıkla yalana başvuran, sorunların üstünü örten ikiyüzlü bireyler haline getirdi bizleri.

Yurt dışında uzun süre görev yapmış bir arkadaşım gözlemleri sonucu askeri okullarda bu kadar çok şiddet olmasaydı çok daha iyi subaylar olurduk demişti.

Bize uygulanan şiddet atalarımızın mirası toplumsal bir öğretiydi. Babaları Osmanlı'nın son dönemlerinde uzun süre askerlik yapmış, baba sevgisinden yoksun fakirlik, açlık ve aile şiddetiyle yetişmiş çocukların yaşadıkları ruhsal travmaları kendi çocuklarına yansıttığına dair birçok öyküye şahit oldum.

Dedelerimizin babalarından bahsediyorum. Bir arkadaşım dedesinin küçücük bir bebekken ağlayan teyzesini fırlatıp attığını ve bu nedenle teyzesinin ortopedik özürlü kaldığını, dedesinin babasızlık nedeniyle zor bir çocukluk geçirdiğini çocuklarına karşı aşırı sert ve toleransız olduğunu anlatmıştı. Bir dönemin sık rastlanan insan tipleri.

Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarda ebeveynlerin yaşadığı tecrübelerin, stres, korku ve endişelerinin, hatta beslenme tercihlerinin bile kalıtım yoluyla yavrularına geçebildiğini gösteren bulgular elde edilmiş.

II.nci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Hollanda’ya uyguladığı gıda ve yakıt ambargosu yaklaşık 1 yıl süren toplumsal kıtlık ve açlığa sebep olmuş. Yirmi binden fazla kişinin öldüğü bu kıtlık döneminde doğan bebeklerde beklendiği gibi vücut anormalileri, raşitizm, büyüme gelişme gerilikleri gözlendi. Dahası ileri yaşamlarında kıtlık ve stres faktörü ortadan kalmasına rağmen kalp krizi, şişmanlık, metabolik bozukluklar, kanser ve solunum hastalıklarına yatkınlık şeklinde uzun süreli olumsuzluk daha sık gözlenmiş (diabete 3 kat, meme kanserine 5 kat daha sık yakalanıyorlarmış).

Yaşanan kıtlık ve ağır travmaların anne karnındaki çocukları etkilemesi anlaşılabilir. İşin garibi bu etkiler bir çocukla ya da bir nesille sınırlı kalmamış. Savaş ve kıtlık bittikten sonra doğan bebekler de etkilenmiş. Takip çalışmalarına göre, hamileyken II’inci Dünya Savaşı’nın kıtlığını çeken Alman annelerin kızlarının şizofren evlat sahibi olma olasılığı ortalama iki kat fazlaymış. Annelerin savaş zamanı yaşadığı zorluklar zihinsel hastalık olarak kız çocuklarına ve hatta kız torunlarına aktarılmış. Adeta kalıtımsal bir yara ruhsal dengesizlik olarak gelecek nesillerde ortaya çıkmış.

Bu yazının amacı genetiğin en karmaşık konularından biri olan ''Epigenetik'' kavramını   tartışmak değil elbette. Toplumsal felaket ve yaşanmışlıkların öyle kolayca kaybolup gitmediğini genlerimize kadar işlediğini ifade etmek.

Yaşadığımız olaylara birde o gözle bakın. Nesiller boyu süren sevgi açlığı, bitmez tükenmez siyasi kavga ve gürültülerde siyasilerin kullandığı dil, uzlaşma ve itiraz kültürünün toplumda gelişmemesi bize dedelerimizden miras kaldı. 

Eğitimin her safhasında şiddet ve sevgisizlik yaşayan aç ruhlu nesiller okuyup büyük adamlar oldu.

İç savaştan kaçmış ve neredeyse yarısı bir yakınını kaybetmiş şiddetin her türlüsünü yaşamış yüz binlerce Suriyeli çocuğun önümüzde ki 50 yıl gen havuzumuza nasıl bir renk kazandıracağını düşünün birde.

Dedelerimiz, babalarımız o kadar çok dayak yemeseydi bizler çok daha iyi insanlar ve ülkemiz daha yaşanılası bir ülke olabilirdi.