Suriye’de güç dengesi değişiyor: Arap aşiretlerin yükselişi

Suriye’de oyun yeniden kuruluyor.
Bu kez masaya harici mühendisler değil, sahada yıllardır sessizce bekleyen yerli aktörler oturuyor. 26 Temmuz 2025’te, 133 Arap aşiretinin parmak izleri ve mühürleriyle ilan ettiği ortak bildiri, Suriye iç savaşının son perdesini şekillendirecek türden bir çıkıştır.

Metinde sadece PKK uzantısı SDG/PYD yapılanmasının gayrimeşruluğu ilan edilmiyor; aynı zamanda bölgenin geleceğinde vesayetin değil, yerel iradenin belirleyici olması gerektiği de söyleniyor.

Bu, rastgele bir reaksiyon değil; sistematik bir yeniden uyanışın ifadesidir.

Bu gelişmenin ayak sesleri daha önce Süveyda’da duyulmuştu.

Temmuz ayında Dürzi milislerin özerklik ilanı sonrası bölgede yaşanan şiddetli çatışmalarda, Arap aşiretleri ilk kez ortak bir askerî ve siyasi refleksle sahneye çıktı. İsrail’in hava saldırılarıyla karmaşıklaşan tabloda, Şam yönetiminin meşruiyet zemini zayıflarken, aşiret güçleri yerel düzenin savunucusu olarak öne çıktı.
Bu, bir tür “toplum tabanlı güvenlik modeli”nin ilk pratiği oldu.

Süveyda’da denenip sınanan bu model, şimdi Deyrizor-Rakka hattında devreye alınıyor. Çünkü bu bölgelerde, özellikle son 3 yılda PKK uzantısı SDG/PYD’nin otoriterleşen yapısı, Arap aşiretlerini dışlamış, karar alma süreçlerinden izole etmiş, kaynaklardan mahrum bırakmıştır.

Sözde özerklik projeleri, Arap nüfusun sırtında bir tahakküm aracına dönüşmüştür.

133 aşiretin imzasını taşıyan bu bildiri, her ne kadar yerel bir refleks gibi sunulsa da arka planında jeopolitik denklemleri alt üst edebilecek bir potansiyel barındırıyor.

Söz konusu belge, sadece PKK uzantısı SDG/PYD’ye karşı değil; aynı zamanda ABD’nin uzun yıllardır bölgede inşa etmeye çalıştığı etnik merkezli vekâlet düzenine de yöneliktir.

Bu bildirinin Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) üzerinden yayılması, bazı çevrelerce Türkiye’yi hedef göstermek için araçsallaştırılmak istenebilir.
Bu yorumlar sığdır.

Türkiye’nin bu süreçteki pozisyonu, doğrudan müdahil olmaktan çok, yerel aktörlere meşruiyet zemini açma şeklindedir.

Bu strateji, dışarıdan dayatılan yapılarla değil, içeriden doğan birlikteliklerle sürdürülebilir bir düzen inşa etmeyi amaçlamaktadır.

Bugün SDG/PYD’nin özellikle Arap aşiretler üzerindeki kontrolünün zayıfladığı artık bir sır değil.

Son bildiriden hemen sonra Rakka’da 3 Arap komutanın görevden alınması, Deyrizor’da SDG karargâhı önünde sessiz aşiret toplanmaları, çözülmenin işaretleridir.
Haziran ayında bir SDG militanının 11 yaşındaki bir çocuğu öldürmesiyle doruğa çıkan halk öfkesi, bu sürecin sadece askeri değil; ahlaki ve toplumsal bir çöküş olduğunu da göstermektedir.

Öte yandan 24 Temmuz’da bazı aşiretlerin (Al-Bu Shaaban, Zubayd, Jawala gibi) SDG’ye bağlılıklarını teyit eden açıklamaları, çözülmeyi örtmeye yetmiyor.

Asıl mesele, silahlı hizalanmadan ziyade, meşruiyettir.

Ve bu meşruiyet, artık SDG’nin elinde değildir.

Türkiye bu süreçte dikkatli ancak cesur adımlar atmalıdır.

Konu artık yalnızca sınır güvenliğinden ibaret değil; sınır ötesinde toplumsal denge inşası da bir milli güvenlik meselesi hâline gelmiştir.

Bu çerçevede Türkiye’nin atması gereken adımlar nettir:

Her şeyden önce, Arap aşiret yapılarıyla doğrudan temas artırılmalı; bu yapılarla sürdürülebilir bir iletişim zemini kurulmalıdır.

Gaziantep merkezli bir “Suriye Aşiretleri Konseyi” teşekkül ettirilerek, bu yapı hem diplomatik hem de ekonomik temaslarda muhatap alınabilir.

Böylece Türkiye, sahadaki aktörlerle kurumsal düzeyde ilişki geliştirebilir.

Bununla birlikte, PKK uzantısı SDG/PYD’nin bölgede işlediği insan hakları ihlalleri sistematik biçimde belgelenmeli ve bu belgeler, uluslararası sivil toplum kuruluşları ve medya organları aracılığıyla küresel kamuoyuna servis edilmelidir.
Batı kamuoyundaki çarpık algının değişmesi, ancak gerçeklerin kararlı bir iletişim stratejisiyle paylaşılması sayesinde mümkün olacaktır.

Son olarak, Türkiye’nin sınır hattında oluşturduğu güvenli bölgeler sadece birer savunma hattı değil, aynı zamanda Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında ortak yaşam alanları kuran dayanışma koridorları hâline dönüştürülmelidir.

Bu bölgeler, ortak güvenlik birimleri, yerel meclisler ve aşiret konseyleri aracılığıyla, birlikte yaşamın ve karşılıklı meşruiyetin zeminini inşa edecek sosyal laboratuvarlara dönüştürülmelidir.

26 Temmuz bildirisi, bir sonuç değil, bir başlangıçtır.

Türkiye bu sürecin merkezinde değilse bile, yönünü belirleyen pusulasıdır.

PKK uzantısı SDG/PYD’nin vesayet düzeni çöküyor; yerine Arap-Kürt dayanışmasına dayalı, yerel meşruiyetli bir denge doğuyor.

Artık Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan, CIA ya da Pentagon değil;

Rakka’da suskun ama öfkeli olan aşiret liderleridir.

Süveyda’da evlatlarını kaybeden Dürzi annelerdir.

Haseke’de yoksullukla boğuşan Arap gençlerdir.

Ve elbette sınırın öte yanında, bu süreci dikkatle takip eden Türkiye’dir.

Bu defa tarih, yaşayanların eliyle yazılacak.

gw7z3y2w8aaofid.jpeg

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüseyin Kurt Arşivi

Bugün Aşure Günü…

08 Temmuz 2025 Salı 22:51

Metan Gazıymış!

08 Temmuz 2025 Salı 03:44