
Ertuğrul Türkoğlu
Ortadoğu bataklık mı? 1. bölüm
Dünyada devlet dışı aktörlerin devletten daha güçlü olduğu tek coğrafya Ortadoğu. Bu gerçeklik Ortadoğu’yu yaşanmaz bir yer yapıyor. Bataklık kelimesini hem insanların yaşamak istemeyeceği hem de insanı içine çeken, tüketen ve yavaş yavaş yok eden yer anlamında kullanıyoruz. İnsanoğlu ovada, vadide, dağda, ormanda, stepte kısaca bataklıklar dışında her coğrafyada ve her koşulda medeniyetler meydana getirdi.
Ortadoğu geçmişte bataklık değildi. Mezopotamya, İran ve Mısır medeniyetleri Ortadoğu’da, Anadolu ve Yunan medeniyetleriyse Ortadoğu’nun tam sınırında kuruldu. Persler, Bizans, Abbasiler, Emeviler, Selçuklular, Eyyubiler, Memlukler ve Osmanlılar Ortadoğu imparatorluklarıdır. Bugün terör ihraç eden Ortadoğu, tarihte insanlığı aydınlattı. Zirvede olan milletler yok olabildiği veya gerileyebildiği gibi medeniyetlerin beşiği olan coğrafyalar, medeniyetten hiç nasibini almamış yerlere dönüşebiliyorlar. Yani coğrafya kader değildir. Milletlerinde kaderi aynı fertler gibi gayrete, çalışmaya ve iyi yönetime bağlıdır.
Haçlı seferleri ve Moğol istilasından Tanzimat’a kadar altı yüz yıllık dönemde Ortadoğu halkları Türklerin egemenliğinde huzur içinde yaşadılar. Tanzimat, devletin klasik yapısıyla ayakta kalamayacağını, sürekli zayıflayarak tükendiğini fark eden Osmanlı bürokrasisinin, dış güçlerle mutabık kaldığı kurtuluş reçetesiydi.
Tanzimat devletin merkezileşmesini hedefliyordu. Artık Osmanlının erkek vatandaşlarının hepsi askere gidecek ve vergi ödeyecekti. Açılacak mekteplerde eğitim Türkçe olacaktı. Tanzimat cinin şişeden çıkmasına neden oldu. Vergi ödememeye ve askere gitmemeye alışan azınlıklar bu uygulamalara direndiler. Devlette kararlı olunca isyanlar birbirlerini izledi. Bazen biri bitmeden diğeri başladı. İsyanlar, Fransız devriminden doğan fikirlerin yayılması ve misyoner okullarının faaliyetleri, azınlıkların eski düzene dönme taleplerini bağımsızlık arzusuna dönüştürdü.
Devlet Batıya karşı o kadar aciz durumdaydı ki misyoner okullarının şer merkezleri olduğunu biliyor ama açılmasını engelleyemiyordu. 2. Abdülhamit döneminde seferberlik halini alan okullaşmanın amaçlarından biri de misyoner okullarıyla mücadele etmekti. Tanzimat’tan 1. Dünya Savaşına kadar olan dönemde Ortadoğu tarihte olmadığı kadar canlıydı, halklar ayaktaydı, bölge tabiri caizse fokur fokur kaynıyordu.
Batılıların sömürgeleştirme politikası olmasaydı Osmanlı gevşek bir federasyona dönüşebilirdi, Ortadoğu halkları; Balkan ulusları ve/veya Doğu Avrupa halkları (Avusturya İmparatorluğu yıkıldıktan sonra olduğu) gibi devletlerini kurabilirlerdi. Fakat 1830 senesinde Fransa’nın Cezayir’i sömürgeleştirmesiyle başlayan süreç Birinci Dünya Savaşından sonra Irak, Suriye, Hicaz ve Yemen’in yani Arapların ekseriyette olduğu son Osmanlı topraklarının da sömürgeleştirilmesiyle son buldu.
Batılılar okullarda, üniversitelerde, basında, camilerde kısaca her yerde ve her fırsatta, kendilerinden öncekileri yani Osmanlıları yani Türkleri kötülediler. ‘’Türkler Arapları yüzlerce yıl sömürmüşler, cahil bırakmışlardı. Arapların geri olmasının nedeni Türklerdi. Avrupalılar beraberlerinde medeniyet, ilim ve teknolojiyi getirmişler, geri kalan halkların kendi ayakları üzerinde durmalarına yardımcı oluyorlardı.’’ Bazı ülkelerde yüz otuz yıl bazı ülkelerde kırk yıl süren bu propaganda çok etkili oldu. Araplar Türk düşmanı oldular.
Sömürmek faaliyeti doğal olarak sömürülenin sömürene tepki duymasıyla başlar düşman olmasıyla son bulur. Sömürgeciler sömürdükleri devletlerde azınlıkları kullandıklarından sömürünün bir diğer sonucu Ortadoğu halklarının birbirlerine düşmanlaşması oldu. Haddizatında düşmanlaşma misyoner okullarıyla, misyoner okullarının açıldığı yerlerde konsolosluklar kurulmasıyla başlamıştı. Fatımiler yıkıldıktan sonra yüzyıllarca barış içinde yaşayan etnik, dini ve mezhepsel gruplar Tanzimat’tan sonra aralıklı da olsa çatışma halindeydiler.
Bunların üzerine Batılılar Arap topraklarının tam göbeğinde İsrail’i kurunca ve İsrail kendisine saldıran altı Arap devletini yenince Türklere, Batılılara, Yahudilere ve azınlıklara düşmanlık içeren bir tepki hareketi olan Arap milliyetçiliği popüler oldu. 1948 savaşında İsrail’e yenilen Arap devletlerini idare eden hanedanların ve onların sömürgecilerinin yanında, savaşa katılmayan yani kardeşlerini İsrail’in karşısında yalnız bırakan Arap devletlerini idare eden hanedanlarda itibarlarını kaybettiler.
Milliyetçiler Batı düşmanı olduklarından aynı zamanda sosyalisttiler. 1957 senesinde İsrail, İngiltere ve Fransa’ya karşı kazanılan Süveyş Kanalı zaferi Nasır’ı bütün Arapların lideri yaptı. Araplar ilk kez kaybettikleri bir savaşı diplomasi sayesinde zafere dönüştürdüler. 1952 yılında Mısır’da başlayan milliyetçi devrim bu zafer sayesinde Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da devam etti. Bağımsızlığını kazanan eski sömürgelerde de doğal olarak milliyetçiler iktidara geldi. Milliyetçi dalga o kadar güçlüydü ki Mısır, Suriye, Yemen ve Gazze Nasır’ın başkanlığında Birleşik Arap Cumhuriyetini kurdular. Irak’ta bu birliğe katılmak için başvurdu. Milliyetçi subayların ihtilal yapmasını engellemek için ABD Lübnan’ı, İngiltere Ürdün’ü işgal etti.
Halk kitlelerinin desteğine, Sovyetlerle kurulan ilişkilere ve orduların kontrollerinde olmasına rağmen milliyetçiler başarılı olamadılar. Zira hiçbir hazırlıkları yoktu. Devletin başına geçenlerin büyük çoğunluğu askerdi. Ekonomiden, ticaretten diplomasiden bihaberdiler. Sömürgeci devlet ve destekçileri çekilince sömürü biteceğinden hızla kalkınacaklarını düşünüyorlardı. Oysa çekilenler o ülkelerin tüccarları, sanayicileri, akademisyenleri kısaca kaymak tabakasıydı.
Özel sektöre ait ne varsa kamulaştırdılar. Kamu kuruluşlarının başına askerleri getirdiler. Şirketleri kışla ve ordu gibi idare edince ortaya verimsiz, karsız, rekabet gücü olmayan devasa ama üretkenliği çok sınırlı ekonomiler çıktı. Mısır 1950 senesinde hangi göstergeye bakarsanız bakın Türkiye’nin otuz yıl önündeydi. 1960 senesinde ise otuz yıl geriye düşmüştü. Diğer memleketlerin hali daha da kötüydü.
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulduktan üç buçuk yıl sonra dağıldı. 1967 mağlubiyeti kitlelerin milliyetçi düşünceden siyasal İslam’a yönelmesinin miladı oldu. Zira Araplar ekonomik sıkıntılara ‘’İsrail’i yeneceğiz. Ordumuzu güçlendiriyoruz. Paraları modern ve etkili silahlara harcıyoruz’’ düşüncesiyle katlanıyorlardı. İsrail Arapları kolaylıkla yenince halkların hayal kırıklıkları büyük oldu. Kitleler siyasal İslam’a yönelirken, idealizmlerini kaybeden ve halklarından yabancılaşan elitler yolsuzluklara boğularak yozlaştılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.