Alparslan Güler

Alparslan Güler

Türkleri Alevi ve Şii Yapan Padişah

Ferdi tercihleri dikkate almazsak, 1400’lerin sonuna kadar olan dönemde yaşayan Müslüman Türklerin tamamı Hanefi’ydi. Hanefilik bir Türk mezhebiydi. Sadece Türkler ve Türklerin İslam’ı tanıttığı halklar Hanefi’ydi.

Peygamberimiz vefat ettikten sonra İslam iki farklı kanaldan yürüdü. İslam’ı şeklen yorumlayan mezhepler ve İslam’ın ruhunu anlamaya çalışan tarikatlar. Peygamberimizin vefatından sonra onun tedrisinden geçen Hz. Ali, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Mesut gibi sahabeler; sorunu, sorusu ve müşkülü olan Müslümanların danıştıkları kanaat önderleri haline geldiler. Bu sahabelerin çizgilerini takip eden alimler tarafından savunulan ve zamanla kurumsallaşan görüşlere mezhep dendi.

İslam’ın ilk dönemlerinde mezheplerin sınıflandırılması bugünden farklıydı. İmametin efendimizden sonra Hz. Ali ve evlatlarına geçtiğini savunan mezheplere Şii (Caferiler, Zeydiler, İsmaililer), hadislerden neden-sonuç ilişkisine bakmadan kesin hükümler çıkaran mezheplere Ehli Hadis (Şafiler, Malikiler, Hanbeliler) ve akla önem veren mezheplere Ehli Rey (Mutezile, Mürcie, Hanefiler) deniyordu.

Tarikatlar ise örnek insan olduğu düşünülen şeyhlerin etrafında oluştu. Tarikatlarda aynı mezhepler gibi kendilerini bir silsileyle peygambere bağlıyorlardı. Tarikatlar başlangıçta mutlak hakikate ulaşmayı hedefliyorlardı. Zamanla mutlak hakikati kendilerinin temsil ettiğini savunmaya başladılar.

Mezhepler ve tarikatlar iç içe geçmiş yapılardı. Her tarikat mensubu aynı zamanda bir mezhebe mensuptu. Zira namazın nasıl kılınacağı, abdestin nasıl alınacağı gibi hususları mezhepler öğretiyordu. Fakat her mezhep mensubu hatta mezhep mensuplarının büyük çoğunluğu tarikat mensubu değildi.

Tarikatların ortak noktası; şeriat da denilen, mezhepler tarafından şekillendirilen kuralların ve yasakların hakikate erişmeye, Allah’ı anlamaya, Allah’la bütünleşmeye ve iyi insan olmaya yeterli olmadığıydı. Bu ortak nokta dışında tarikatlar, birbirinden son derece farklı ve birbirleriyle çelişen görüşleri ve inançları savunuyorlardı. Öyle ki şeriata tam manasıyla tabi olmak gerektiğini savunan tarikatlar olduğu gibi mezhepleri lüzumsuz gören ve şeriatı önemsemeyen tarikatlarda vardı.

Mezheplerde ise; Hanbeliler sadece şekle önem verdiklerinden, Mutezile alimleri ise akla aykırı bulduklarından tarikatlara kategorik olarak karşıydı. Şiilikte ise Mercii Taklit anlayışı tarikatların oluşmasını engelliyordu. Zira Mercii Taklit olarak kabul edilen şahıslar, aynı tarikat şeyhleri gibi örnek insanlardır. İlaveten Şiilik diğer mezheplerden daha kuşatıcıdır. Mensuplarının başka kimliklerinin olmasına izin vermez. Doğuştan gelen kimlikleri zayıflatır. Bu nedenle tarikatlar sadece Hanefiliğin, Şafiliğin ve Malikiliğin olduğu coğrafyalarda varlıklarını sürdürebildiler. Zira diğer mezhepler mensuplarının tarikatlara katılmasına izin vermiyordu.

Bu noktada meramımızın anlaşılabilmesi için bir konuya değinmemiz gerekiyor. Türkler özünde hayvancılıkla uğraşan savaşçı ve göçebe bir millettiler. Selçuklulardan itibaren Horasan’ın batısında kurulan bütün Türk devletlerinin en büyük sorunu, Türkleri yurtlandırmak yani göçebe Türkleri yerleşik hayata geçirmek olmuştur. Zira İran, Azerbaycan, Anadolu, Irak ve Suriye’de yerli halk tarımla uğraşıyordu.

Bu coğrafyalarda Türklerin önceki yurtları gibi geniş otlaklar yoktu. Göçebe Türklerin hayvanları tarlaları talan ediyor, buda sürekli çatışmalara neden oluyordu. Selçuklu devletinin yıkılmasının en önemli nedenlerinden biri bu çatışmalardır. Göçebe Türkmenler Selçuklu ordusunu yendiler, Sultan Sencer’i yıllarca esir tuttular. Aynı nedenle yani takip ettiği zorunlu iskan politikaları yüzünden Osmanlının da Türkmenlerle ilişkileri iyi değildi. Osmanlı çok güçlü olduğundan Türkmenler devlete itaat ediyorlardı.

İşte bu konjonktürde Şah İsmail’in padişah olmak isteyen dedesi Şeyh Cüneyt 1448 senesinde Anadolu’ya ayak bastı. Cüneyt, 1447 yılında ölen Erdebil tekkesinin şeyhinin oğluydu. Babasından sonra şeyh olmaya çalışmış ama ekseriyetin desteklediği amcasına yenilince Anadolu’ya geçmişti. Babası ve dedesi Anadolu’da çok seviliyordu. Mensup olduğu tekke muteberdi. Cüneyt, Osmanlının ve o dönemde İran ve Azerbaycan’a hakim olan Karakoyunluların takip ettiği merkezileşme ve iskan politikalarına karşıydı. Çare bir sufi devleti kurmaktı. Türkmenler kulluktan kurtulup yeniden bey olmalıydı.

Cüneyt ve ondan sonra oğlu Haydar elli yıl boyunca Anadolu, Azerbaycan ve İran’ı karış karış dolaştılar. Obaları, tekkeleri, dergahları defalarca ziyaret ettiler. Osmanlıya, Karakoyunlulara daha doğrusu devletlere yani otoriteye olan tepkiyi kendilerine sempati ve bağlılığa dönüştürdüler. Karakoyunluların yıkılmasında etkili olmaları, baba-oğul Akkoyunlu prensesleriyle evlenmeleri ve küffara karşı cihat başlatarak yalın kılıç savaşmaları ünlerini ve bağlılarını arttırdı.

İlk kez Haydar döneminde ona bağlananlara, kızıl başlıklar giydiklerinden ötürü Kızılbaş denmeye başlandı. O tarihte Kızılbaş denen kitleye ileride Alevi denecektir. Haydar ve büyük oğlu Ali’de Cüneyt gibi katledilince hareketin başına çocuk yaştaki İsmail geçti. Öyle bir ivme alınmıştı ki Anadolu boşalıyor, Türkmenler ve tarikat mensupları oluk oluk Azerbaycan’a akıyordu. Kızılbaşlar kısa sürede Akkoyunluları tasfiye ederek Savefi devletini kurdular.

Şah İsmail devletini kurar kurmaz bütün Türkmen reislerini, tarikat pirlerini, şeyhleri, dedeleri, babaları kısaca kanaat önderlerini kendisine biat etmek üzere, Yıldızeli’nin Sarıkaya yaylasında topladığı kurultaya davet etti. Bu kurultaya katılıp Şaha biat edenlere önce Kızılbaş daha sonraları Alevi dendi. Bu gruplar zamanla aynı potada eridiler. Birbirlerinden farkları kalmadı.

Bu kurultaya katılmayan tarikatlar örneğin Kadiriler, Mevleviler, Cerrahiler, Uşşakiler, Halvetiler, Bayramiler ve bazı Bektaşi kolları varlıklarını ve çizgilerini aynen korudular. Oysa Kızılbaş denilen gruplar Hanefilikten tamamen koptular. Daha önce itikat, ibadet ve hukukta Hanefiliği takip ediyorlardı. Gerçi bir kısım tarikat için şekli kuralların hiçbir anlamı yoktu. Bir kısmı içinse bazı kurallar önemliydi. Kızılbaşlar koptukları kitleden o kadar farklılaştı ki farklı şapka giymenin yanında selamünaleyküm yerine bismişah demeye, hastalara dua yerine gülbank okumaya başladılar. Bu liste uzatılabilir.

Şah İsmail devletini kurumsallaştırırken hangi hukuki geleneğin takip edileceği sorunuyla karşı karşıya kaldı. O tarihte İran, Horasan ve Azerbaycan da yaşayan Türkler Hanefi; Farslar, Araplar ve Kürtler Şafiydi. Dağlık bölgelerde İsmaili ve İmamzadelerin türbelerinin olduğu şehirlerde Caferi gruplar vardı.

Safeviler Osmanlının antiteziydi. Şah İsmail bağlılarını Sünni mezheplerden koparmıştı. Dolayısıyla Şafiliği ya da Hanefiliği yani Sünni bir mezhebi kabul edemezdi. İsmaililiğe göre daha makul olan Caferiliği kabul etmeye karar verdi. İran’da bu süreci yönetecek sayıda ve nitelikte Caferi alimler yoktu. Şah Lübnan’dan yüzlerce alim getirdi. Bu alimler devletin kurumlarını ve hukuk sistemini Caferiliğe göre yapılandırdılar.

Yoğun propaganda ve devletin devrede olduğu yüz yıl devam eden bir baskı sürecinin sonunda, halkın geneli Caferiliği kabul etti. Horasan Türkleri, Beluçlar ile Arapların ve Kürtlerin bir kısmı Sünni kalmakta ısrar etti. Kızılbaş göçerlerin çok azı Caferiliği kabul etmeyerek Anadolu’dan getirdikleri inançlarını korumayı başardı. Böylece Şah İsmail tarihe Türklerin bir kısmını Hanefilikten koparan önce Kızılbaş bayrağı altında toplayıp sonra Caferi yani Şii yapan sultan olarak geçti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Alparslan Güler Arşivi