Siz hiç Zümrüdü Anka kuşunun hikâyesini duydunuz mu? Kuşların efendisi olarak bilinen, bulutların üzerinde, Kaf dağının zirvesinde ve Bilgi ağacının dalları arasında yaşayan Anka kuşu. Diğer kuşların bilmediklerini bilen ve zor anlarında onların yardımına koşan Zümrüdü Anka.

Efsanede denir ki, Zümrüdü Anka, diğer ismi ile Simurg öleceğini hissettiği zaman bilgi ağacının dalları arasında kendisine yuva yapar. Ne olduğunu kimsenin bilmediği bir madde ile yuvanın içini sıvar ve böylece ölümünü beklermiş. Bir süre sonra güneş doğar, ışınları ile yuvanın kuru dallarını yakar ve Simirg da yanarak kül olurmuş. Daha sonra ise kuşların efendisi kendi küllerinden yeniden doğarmış. Yani, önce yanıp sonra da küllerinden yeniden doğarak, yaşamını ebediyete kadar sürdürürmüş Anka kuşu. Böylelikle, varlıkların kendisinden tecessüm ettiği “Varoluşun” ebediyet boyutunu sunar İnsanoğlu’nun idrak dünyasına Zümrüdü Anka. Ebedi yaşamın ve Ezelde var olmanın sırrını çözmeye çağırır insanoğlunu adeta…

Bir de efsanenin diğer kısmı var. Birincisi kadar önemli ve insanoğluna adeta “adam olması” gerektiğini hatırlatan kısım. İnsanlara iyi insan olmalarını, kul hakkını gözetmelerini, siyasilere dürüst olmalarını, yöneticilere adaletli davranmalarını öğreten kısım.

Hani efsanede denir ya. Bir gün dünyadaki kuşlar büyük bir zorlukla karşılaşmışlar. Bu zorluğun üstesinden gelemeyeceklerini anlamış ve birlikte Zümrüdü Anka’nın huzuruna varıp, ondan yardım istemek kararına gelmişler. Lakin aşılması gereken çok zor vadiler var önlerinde. Nefis vadisi, aşk vadisi, cehalet vadisi, yalnızlık vadisi, ayrılık vadisi, hayret vadisi ve yokluk vadisi.

Tabi, kuşların bir kısmı nefis vadisinde isteklerine, bir kısmı aşk vadisinde sevdiklerine, cehalet vadisinde zevklerine, yalnızlık vadisinde kibirlerine, ayrılık vadisinde takatlerine, hayret vadisinde sefalarına yenik düşmüş, ya da takılıp kalmışlar. Menzile ise sadece 30 kuş varmış. Bu 30 kuş ise Kaf dağına ulaştığında kendilerinin Simurg olduğunu fark etmişler. Gerçeği anlamış, hakikate tanıklık etmişler. O gerçeğin, inandığın yolda her türlü zorlukları göğüslemek, o hakikatin ise, senin için en önemli yolculuk olan, özüne ve fıtratına yapılan yolculukta nefsanî istekleri yenmek olduğunu anlamışlar. Aynen “Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz dünya için fırıldak olamaya gerek yok” diyerek dik durup, düz yaşayan, Şehit Genel başkan Muhsin Yazıcıoğlu gibi. “İnsana dayanmayın ölür, ağaca dayanmayın kurur, duvara dayanmayın bir gün yıkılır. Dayanırsanız HAKK’a dayanın. O, BAKİ’dir.” diyen iman sahibi Yazıcıoğlu gibi. “Zulüm Azrail olsa, hep Hakkı tutacağım” diye haykıran, yeri her geçen gün daha çok hissedilen adam gibi adam, yani Muhsin başkan gibi.

Şimdi yaşasaydı Türkiye için daha büyük işler yapardı muhakkak. Yaşasaydı Türk dünyasına yönelik çalışmalar daha ileri boyutlarda olurdu şüphesiz. Demokrasi ve insan haklarına önemli katkıları olurdu elbet. Yapılan hataların önünde dimdik dururdu. Yolsuzluklara meydan okurdu. Haksızlığa savaş açardı hiç kuşkusuz. “Ben ülkücüyüm ve Türk milliyetçisiyim. O yüzden Türkiye’me, Azerbaycan’ıma, Türk dünyasına daha çok faydalı olayım diye milyarlarımı Avrupa’dan Türkiye’ye getirdim” diyen Mubariz Mansimov’u bir gün bile hapiste bırakmaz, tüm Türkiye’yi ayağa kaldırırdı. Hem de değerlerini ve davasını yeşil yüzlüklere peşkeş çekmiş siyasilere, kalemini ve sayfalarını satılığa çıkarmış sözde gazete ve gazetecilere rağmen. Çünkü o, inandığı hakikat için her zorluğu göze alacak kadar iman, hatalarını itiraf edecek kadar da hakkaniyet sahibi idi. Çünkü o, bir taraftan “kendime Müslümanların iktidarını engelledi dedirtmem” diyerek her türlü tehditlere katlanan inanç, diğer taraftan ise “sokakları ve koca Türkiye’yi paylaşamadığımız insanlar ile 3 metre karelik hücreyi paylaştık ve dost olduk” diyecek kadar da izan sahibi idi.

Çünkü o, kendisini aşmış ve kendi özüne ulaşmış bir yiğitti. “5 buçuk yıl hücrede kaldım. Günlerce cereyana verilerek çok ağır işkenceler gördük. Sonunda dediler ki, “sizin suçunuz yok”. "Ben ne kaderime, ne de devletime küstüm. Çünkü iman etmek varsa onun bedeline de katlanılır.” diyebilecek kadar, inandığı dava uğrunda ölerek, yeniden kendi küllerinden dirilebilen bir kahramandı. Tıpkı Anka kuşu efsanesinde olduğu gibi. Tıpkı Hz. Mevlana’nın “sen neyin peşindesin o’sundur” dediği gibi.

Evet, davası uğrunda ölerek yeniden dirilmenin simgesidir Anka efsanesi. Değerleri, vatanı, milleti için dünya malını elinin tersi ile iterek sonsuzluğa koşmanın hikâyesidir, Simurg’un hikâyesi. Yeniden küllerinden dirilmek için çekip giderken bile, ülkesini ve milletini doğru yola iletmenin reçetesidir Anka destanı. Yani rüşvete ve yolsuzluğa bulaşmadan, hayat adlı sahnenin son perdesini alnı açık, yüzü ak olarak indirmektir meselenin özü. Yeniden dirilişin reçetesi olan, yalansız, riyasız ve tertemiz bir yaşam bırakarak çekip gitmektir işin özeti. Rüşvetin Re-sinden, Yolsuzluğun Ye-sinden bile beri olarak, dünyanın şaşasına, iktidarın cazibesine aldırmadan ömrü noktalaya bilmektir işin aslı. Bir de küllerinden yeniden doğmaktır Anka kuşunun bize anlattığı diğer husus. Milleti için yaşayıp, halkı için öldükten sonra bile milletinin dirilişine vesile olan kahramanlar gibi. Yani bu dünyaya iyi gelip, iyi yaşayan ve iyi gidenler gibi. Tıpkı Mehmet Emin Resulzade, Ali İzzet Begoviç, Bülent Ecevit, Ebülfez Elçibey ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi.

Evet, onlar rüşvetsiz, riyasız bir yaşamla çekip gittiler. Bir daha küllerinden doğmak için. Bıraktıkları yaşam üzerinden ülkelerinin yeniden şahlanabilmesi için. Ebedi bir yaşama kavuşmak için. Simurg misali bir daha geri dönmek için… Ama şimdilik ise gittiler. Hem de uzaklara.

Üstadın dediği gibi.

“Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti.

İyi insanlar iyi atlara binip gitti.”