Zizek; “arzu” kavramını (salt) belirli bir nesneye karşı yönelme ve tamamlanma olarak ifade etmeyi kabul etmez. Esasen arzulamanın kendisi en büyük arzudur ve bu doğrudur. Arzularımız biterse ölürüz; birine aşık olursunuz… Sonra bir daha aşık olabilirsiniz… Galatasaray taraftarı için bir şampiyonluk yetmez; gelecek sezonlar da arzulanır. İşte ideolojiler de arzunun en derin soyut ve nesneleşmiş halidir. Tıpkı soğuk bir kola içmeyi arzulamak gibi önce arzular, sonra içeriz… O ise sıcak bir kolanın cezbedici yönü yoktur; fakat kolanın soğuk olma hali de kendinde değildir; bir soğutucu olmadan ağzınızda berbat tat bırakacaktır.

Demek ki bir ürünün sunumu ile ideolojinin sunumu arasında eğretileme şansına her zaman sahibiz. İdeolojilerin kabul etmeli ki hepimiz adına dönem dönem yahut biteviye cazibesi olduğu itiraf edilebilir. Sunum (politika), vasatı ( sosyal ekonomik koşulları) kullanarak bir ideolojiye sayısız aldatıcı ve yanıltıcı hususlar ekleyebilmektedir. Bu yanıltıcı hususlar arzularımızla birleştiriliyorsa birden bire sarkık bıyıklı gezenlerin sayısında artış olabilecektir. Arzunun sofistike yahut kompleks itkileri yoktur; basittir. O halde iktidar arzudur ve basit bir arzudur. Doğru, iktidar basit bir arzu iken sahip olma mücadelesi ise çetindir. Düzelteyim; “çetin” değil, kirlidir! Bütün iktidarlar aynı olduğu halde bunu göremeyiz. Politikanın/politikacıların o şapka çıkarılası mahareti(!) devreye girer ki söylemi sürpriz yumurta gibi bize satarlar. İyi de her sürpriz yumurtanın içinden çıkan şey basit, plastik bir oyuncaktan başka bir şey değildir. Kendinizi bir yere kadar tatmin edilmiş; ama sonrasında hep kandırılan çocuklar gibi hissedebilirsiniz.

İdeolojiler, Sn. X parti liderinin iki dudağından çıkanlar değil; kültürde, pratikte, arzumuzda ve akledişimizde yaşayan gerçekliklerdir. Soyut gerçeklikler… Politika ve yaşamın bizatihi kendisi, bu gerçekliklerin büyük bölümünü maddileştirir. İnsan, doğal yaşamın gerekli maddi ve ilksel şartlarından kopalı onlarca asır geçtiği için de doğal bir ideoloji yoktur. Şayet doğal halimizde yaşasaydık ideolojiden bahsetmemiz mümkün olmayacaktı…

Yaşam (üretim ve tüketim ilişkileri) belirli kurgular dâhilinde sürekli müdahaleye açıktır. İktidar, mahkeme, karakol, ibadethaneler, iş yerleri, vergi dairesi, mahalle/çevre bağınız, zihnen ve bedenen ne üretilmesinin gerektiğini binlerce kez size telkin etmektedir. Böyle olduğundan sebep, yer küre çoğumuzun belirlenmiş rollere göre bilerek ya da bilmeyerek hareket ettirildiği bir uzam halindedir. Yoğun karbonhidrat yerken ve köle gibi çalışırken hepimiz kardeşizdir. Ludwig van Beethoven'ın 9. Senfonisi “Neşeye Övgü”deki kardeşlik bu olmasa gerekirdi; ancak Schiller’in o güzel şiirindeki kardeşlik hülyalarımızı var edecek bir dünyanın yerinde çoktandır yeller esmekte, külleri savrulmakta… En azından bizim coğrafyamız böyle… Kıssadan hisse bizim coğrafyamızda ve pek çok coğrafyalarda doğan hiçbir Allah kulu, biz dâhil (şu an için) hür değildir; böyle bir hikâye yoktur. Yarın, Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi’nde doğacak bebeğin hürriyeti, fert başına dolar cinsinden borç oranımıza göre, bu kurgulanmış dünyanın bilanço defterine geçirilmiştir. Buyurun, kurgulanmış ve her şeyi biçimsel hale gelmiş bu dünyada bir ideoloji kabahatli ise bütün ideolojiler kabahatlidir.

İdeolojilere kafa tutan biricik yüksek değer sanattır ki o da (bizim ülkemizde) mahallenin namusuna halel getirir yosma zannı gibi irrite edilir… Sanat (mesela müzik ve mizah) öyle ciddidir ki pek çok ideolojiden daha öte… Sinema; sorgular, eleştirir; bilinci ters yüz edip sizi kendinize getirir!

Bu sanatsız (sorgulamaz, eleştiremez ve sonunda hoş göremez) kafa ile yine bu ülkede kimse kimsenin kardeşi olamamaktadır!

Resmi ideolojinin başarısızlığı defalarca ilan edilirken bir (politik) başarı sağlanmıştır. Bu başarı felsefi, akli başarı olarak değil; politik bir mevzii ile birilerinin hanesine yazılabilir. Fakat o başarısızlığı tahliye etmek isteyenler, kaosun getirdiklerinden bihaber, ideolojik ve politik kördüğümün sonuçlarını kestirememiş olabilirler. İdeolojilerin nişan aldıkları silah ile yine kendilerini vurmaları ironik bir kaderdir. Burada tek istisna, kapitalizmdir; o halen kendi ayağına sıkmadan yolunu sürmeye devam ediyor… Demek ki kapitalizm ne yaptığını iyi bilen tek ideolojidir. Böyle olmakla birlikte maalesef şark kurnazlığının ahkâm edici büyük sahipleri kapitalizme kafa tutarken ödenen bedellerin küçük hissedarları haliyle sıvışabilmektedir Bugün bir Türk emeklisinin gündelik yaşamında ödediği bedel, umre turuna çıkanların maliyetinden çok daha fazladır.

Şimdi her soru politik ise artık hiçbir soru politik değildir. Mesela… “Bu ülkede neden huzurla yaşayamıyoruz? Neden hala iş ve geçim kaygısı güdüyoruz? Niye günümüzden ve geleceğimizden emin olmayan milyonlar var?” gibi soruların cevabı nerde aranır?!. Hata o ki cevabını ideolojilerde ve politikacılarda aramaya devam etmekteyiz… Öncelikle birbirimize sormadığımız ve cevabını beraber bulamadığımız hiçbir sualin yanıtı kolay bulunamaz. Kapitalizm hariç tüm ideolojiler keyfiyete erişememiş, bunu deneyen komünizm ise başarısız olmuştur. Hatırlatayım ki milliyetçilik salt ve özgün ideolojik cevaplardan müstağnidir; o daha çok refleks bir tepkimenin kontrolüne girerek kitleleşir ve aracılaşır. Politikacılarda bu nevi meselelerde aranacak cevap, ziyadesiyle cevap/esas çözüm vermemek üzerine bitimsiz bir kurgudur. Eğer bir politikacı “millet baş tacıdır” diyorsa, o millet tepesinde birilerini taşıdığının acilen farkına varmakla mükelleftir.

Müreffeh Türkiye’de umulur ki herkesin küçük, umut edilebilir hayalleri olsun. Tercihler, yaşam tasavvuru ve özgürlük, bütün vasıflarıyla hayat dinamiğine zerk edilmedikçe üreten/zenginleşen toplum değil, kargaşa içinde debelenen ülke görünümü değişmeyecektir. Böyle bir ülkede ideolojilerin temelsiz, nitelikten uzak yıkıcı bir hal alması işten olmuyor. Ne milliyetçilik ne İslamcılık ne sosyal demokrasi kavramları, kapatılmış bir toplumda doğru ve gerekli cevapları üretemeyecektir. Hayat tercihlerine değil de bir tercihe yönlenmenin baskın ideolojik ve politik zorlama olduğu bir toplumda çatışma ikliminin kaçınılmaz depremler gibi yıkıcı sonuçlar doğuracağını Türk toplumu görmedikçe kimsenin görme ihtimali yoktur.

Bizim ülkemizde ezilenler cephesinde kimseyi farklılaşmıyor. Kenar mahallede yaşayanlar aynıdır, dışlanmışlar aynıdır, bozulan aile yapısı herkes içindir. Düzenli iş hayatı her ezilenin sorunudur. Burada kazananlar sadece kolayı üreten ve satanlardan başkası değildir. Bu kola; sunumu yapılmış, ambalajlı ve tüketilmesi için artık koşulların oluştuğu her alanı temsil eder. Kola=politikacılardır, semirmiş sermayedir, baskın ve kanaat önderi gibi kültür kodlarında işleyen geleneksel söylem simsarlarıdır ki hegemonik güç devşirenler bu taifelerdir.

“Güvenlik için daha çok polis” diyor, daha kalabalık kentlerde iç oluyor ve “daha fazla göçmen, nereye kadar?” sorusu ön alıyorsa iktidarın tercihi ciddileşir; sorumluluk savaş-ertesi şartlarda olması gerekene göre de ağırlaşır. Daralan ülkelerde soru(n)lar çoğalır; ama cevaplar azalarak kitlesel bir tepkiye dönüşebilir. Tehlike de buradadır. Ülkemden değil, örneklerden dem vurursak kitlesel bir yağmada veya sokak çatışmalarında hak/meşruiyet çizgisi ortadan kalkar. Ekonomik krizde insanlar daha çok ev, daha çok araba almak için cinnete tutulmuş gibi bir tavır sergiliyorsa hâkim ideolojiyi orada aramanız gerekecektir. O halde burada ne milliyetçilikten ne sosyal adaletten dem vurabilirsiniz. Dem vurduğun örneklerin sonuç doğurucu safahatı da böyle gelişecektir. Bugünkü iktidarın dolayısıyla bir açmazda olunmadığının emarelerini hızla göstermek ve hayata geçirmek zorunda olmaklığından ötürü ciddi ve ağır bir yükümlülükle baş başa kaldığını biliyoruz.

Ekonomik ve sosyal sorunların yok edici potansiyelini görmeden ideoloji bayrağına sarılmanın “Açlık Oyunları”nı bizatihi hayat pratiğine uygulama olduğunu düşünüyorum; fakat bu roman veya film olmakla kalmaz.   

Tanrı Türk’ü Korusun!