İnsanlara ölümünden sonra gösterilen büyük övgüler, ne yazık ki o kişiye hiçbir fayda sağlamaz. Oysa bir insan, yaşarken anlaşılmak ve değer görmek ister. Katkılarının fark edilmesi, sadece onun kişisel huzuru için değil, toplumsal ilerleme için de hayati önemdedir. Çünkü takdir gören bir birey, daha üretken, daha paylaşımcı olur. Yok sayılan bir birey ise, zamanla içine kapanır, hatta topluma yabancılaşabilir.
Bazı toplumlarda bu durum çarpıcı bir çelişkiyle kendini gösterir: İnsanlar hayattayken eleştirilir, hor görülür, yok sayılır. Ama öldüklerinde anıtlara, sokak isimlerine, törenlere konu olurlar. Bu “anılaştırma” kültürü, bir yüzleşme biçimi değil, tam tersine yüzleşmekten kaçınmanın dolaylı yoludur. Kişi artık hayatta değildir, dolayısıyla rahatsız etmez. Artık kontrol edilebilir, çerçevelenebilir bir “sembol”dür. Oysa yaşarken onu anlamak, dinlemek ve hatta onunla tartışmak gerekirdi. Ama bu, çok daha zordur.
Gerçekten değer vermek; anlamak, dinlemek, bazen de rahatsız olmaya hazır olmak demektir. Bu cesaret ister. Ölü bir kahramanı yüceltmekse kolaydır, çünkü sessizdir.
Ve aslında bu bir kalkınma meselesidir de. Çünkü yaşarken fikirleriyle toplumu besleyen bilim insanları, sanatçılar, düşünürler; bilgi üretir, farkındalık yaratır, yol gösterir. Onlara sağlığında değer vermek, toplumun kendi geleceğine yatırım yapmasıdır.
Geç kalmadan takdir edebilmek… Belki de bir toplumun en büyük sınavıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.