
Serpil Güleçyüz
Gazeteci olmak, cesaretin adı
Bir ülkede kalemin suç sayıldığı, not defterinin delil kabul edildiği, gerçeği yazmanın “provokasyon” diye damgalandığı bir ortamda gazetecilik yapmak yalnızca bir meslek değil, bir cesaret işidir.
Gazeteciler; “terör propagandası yapmak” ya da “devlet sırlarını ifşa etmek” gibi belirsiz ve geniş tanımlı suçlamalarla karşı karşıya kalıyor. Bu suçlamalar, kimi zaman gerçeği yazmanın cezası, kimi zaman ise susturmanın aracı hâline geliyor.
Fatih Altaylı’nın tutuklanması bu tablonun sadece bir parçası değil, artık kimsenin güvende olmadığını gösteren de bir işarettir.
Seversiniz, sevmezsiniz, fikirlerini kabul eder, ya da etmezsiniz, her dediğine katılır ya da katılmazsınız ama onun fikirlerini özgürce ifade etme hakkına saygı duyarsınız.
Yıllardır var olan, tanınan bir ismin dahi susturulmak istenmesi, sıranın herkese gelebileceğini kanıtlar niteliktedir.
Altaylı’yla birlikte, sadece bir gazeteci değil; haber alma hakkımız, eleştiri özgürlüğümüz ve sorgulama bilincimiz de baskı altına alınmak isteniyor.
Sadece gazeteciler değil, kurumlar da baskı altında.
Bazı gazete ve televizyon kanalları; yüksek para cezaları, ilan yasakları, ekran karartmaları ve yargı kararlarıyla ekonomik olarak köşeye sıkıştırılıyor. Bu, gazetecilerin özgürce yazmalarını zorlaştırıyor; oto sansürü mecbur hâle getiriyor.
Üstelik basın çalışanları yalnızca fikirlerini yazdıkları için tehdit alıyor, saldırıya uğruyor, sokakta şiddete maruz kalıyor.
Böylece gazeteciliğin itibarı, toplumdaki yeri ve güvenilirliği her geçen gün biraz daha aşınıyor.
Gazeteciler Sendikası’nın verilerine göre, 2024’ün son çeyreğinde Türkiye’de 31 gazeteci gözaltına alındı.
Birçoğuna yurt dışı çıkış yasağı gibi kontrol tedbirleri uygulandı.
Bu tablo, mesleğin üzerindeki tehdit ve baskının boyutunu açıkça ortaya koyuyor.
Oysa unutulmamalıdır ki;
Gazetecinin görevi, halkın sesini duyurmaktır.
Adalet arayan bir vatandaşın, şiddete uğramış bir kadının, yolsuzlukla suçlanan bir yetkilinin gerçeğini kamuoyuyla paylaşmaktır.
Eğer yazdıklarımız yalnızca bizi hedef hâline getiriyorsa, bu mesleğin anlamı nasıl korunabilir?
Gazetecilik elbette bir imtiyaz zırhı değildir.
Ayrıcalıklı olmak hiç değildir.
Ama adil yargılanma hakkı, her vatandaş gibi gazetecilerin de en temel hakkıdır.
Sokakta saldırıya uğrayan, tehdit edilen, hakarete maruz kalan gazeteciler yalnızca mesleklerinin onurunu değil, kendi hayatlarını da savunmak zorunda kalıyor.
Sözlü ya da fiziksel saldırılar cezasız kalmamalı; failler hukuk önünde hesap vermelidir.
Çünkü bu yalnızca gazetecinin değil, demokrasinin de sınavıdır.
Ve evet… Bu yazıyı yazarken içimden bir ses fısıldıyor:
“Paylaşmalı mıyım?”
Ama biliyorum ki herkesin sustuğu yerde gazetecinin vicdanı da susarsa, toplumun kalbi atmaz olur.
Bu yüzden, ne olursa olsun yazmaya devam etmeliyiz.
Çünkü bazen en büyük cesaret, bir gerçeği kelimelere dökebilmektir.
Ve bu, başlı başına bir direniştir.
Gerçeği savunmaktan vazgeçmeyen her kalem karanlığa karşı yakılmış bir ışıktır.
Işıklarını, söndürdüklerini sandıkları Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, ve niceleri yılların ötesinden parlayan ışıklarıyla yolumuzu aydınlatmaya devam ediyorlar.
Yolumuz aydınlık kalemimiz güçlü, yüreğimiz daima cesur kalsın.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.